Cumhuriyetten monarşiye Hollanda hep böyle değildi

Zafer Aydoğdu - Tarihçi

Hollanda bir göçmen ülkesi, ancak göçmenler 1986 seçimlerinden bu yana oy kullanabiliyor ve seçimlerde aday olabiliyor. Demokrasi her dönem ve her ülkede var olan bir yönetim biçimi değil. İnsanlığın bilinen ilk demokrasi deneyimi olan şehir devletçiği antik Atina’dan bu tarafa (İ.Ö. 508 – 322) çok şey değişti. Tüm dünyaya hâkim olmasa da, dünyanın birçok ülkesinde halihazırda eksiklerine rağmen, işleyen bir yönetim biçimi. Dünyanın en gelişmiş demokrasilerinden biri olan Hollanda her daim monarşiyle yönetilen bir ülke değildi. Bir zamanlar (1588-1796) Avrupa’nın ilk cumhuriyetlerindendi. O yıllarda Hollanda 8 otonom devletten oluşan bir konfederasyondu. Aynı zamanda 7 birleşik Hollanda Cumhuriyeti de denirdi. Bu dönem Fransa’nın 1794’te Hollanda Cumhuriyeti’ne saldırması ve 1795’te Batafya Cumhuriyeti’ni kurmalarına kadar devam etti.

Napoleon Bonaparte’ın, Lodewijk Bonaparte’ı 1806 tarihinde Hollanda kralı atamasıyla, Hollanda aslında ilk defa monarşi oldu. 1813 tarihinde bu gelenek Willem Frederik tarafından yani Willem van Oranje van Nassau’nun soyundan devam ettirildi. 16 Mart 1815 tarihinden itibaren Willem I Hollanda’nın ilk kralı olarak tarihe geçti. 1815’ten bu tarafa Hollanda monarşik bir sisteme dönüştü. Bu krallığa Belçika da dahildi (Mart 1815 – Ekim 1830). Belçika’nın ayrılmasından sonra Hollanda monarşik sistemi bugüne kadar sürdürdü.

DEVRİM RÜZGÂRLARI ESERKEN

Avrupa’nın birçok ülkesinde devrim rüzgârları eserken, 1848 tarihi diğer ülkeler açısından olduğu kadar, Hollanda’nın da idari biçimi bakımından bir dönüm noktasıdır. Bir bakıma anayasal reformlar ve ilk anayasanın yapılmasıyla, Hollanda’nın parlamenter demokrasi tarihide başlar. Bu sürecin başlıca mimarı Johan Rudolph Thorbecke’tir. Bu tarihten itibaren ise Hollanda’da yavaş yavaş bugünkü siyasal akımlar belirginleşmeye başlar. Liberaller, Katolikler ve daha sonra ise sosyalistler kendilerinden söz ettirmeye başlarlar. Bir taraftan Katolikler Protestanlarla eşit haklara sahip olmak için mücadele ederken, soysal demokratlarda yeni oluşan işçi sınıfının eşit hakları ve yönetimde temsil edilmesi için mücadele etmeye başladılar.

Abraham Kuyper önderliğinde Hollanda’nın ilk genel partisi olan Anti-Revolutionaire Partij (Devrim Karşıtı Parti) 1879’da kuruldu. Bu şekilde ‘verzuiling’ (sütunlara ayrılma) denilen sistemin temeli atılmış oldu. Bizzat Kuyper’in teorisini oluşturduğu bu sistem, her sınıfın ve topluluğun kendisine ait, kendi içinde otonom olan bir topluluğun olduğu düşüncesi 21. yüzyıla kadar adeta Hollanda’nın idari ve toplumsal düzeninin temel unsuru oldu. Bu sistemin temel amacı çatışmayı önlemek, herkesin kendi kurumu ve topluluğu içinde özerk olmasıydı.

İLKLERİN KADINI GROENEWEG

Ülkede seçme ve seçilme hakkı bugünkü gibi değildi. Örneğin “censuskiesrecht’’ denilen sisteme göre yeterli derecede vergi verebilecek erkekler seçme ve seçilme hakkına sahiptiler. O dönemlerde kadınlar birçok temel hakka da sahip değildi. Keza ekonomik durumu kötü olanlar da bu gruba dahildiler. Hem kadın hakları hem de işçi hakları için mücadele eden, sosyalist hareket, o zamanki tabirle soysal demokrat partiler, doğdu. Uzunca bir mücadele süreci sonunda 1917’de 25 yaş üstü tüm erkekler seçme hakkı elde ettiler. Kadınlarda pasif seçilme hakkı kazandılar. 3 Temmuz 1918’de parlamentoya giren ilk kadın Hollanda Sosyal Demokrat Partisi’nden Suze Groeneweg oldu ve 1921’e kadar tek kadın vekil olarak kaldı. O zamanki tarihte toplam 100 milletvekili mevcuttu. 99 erkeğe karşın bir kadın temsilci söz konusuydu. Kadınların siyasete girmeleri ve temsil edilmelerine karşı çıkan birçok kişi ve grup mevcuttu. Bu kesimler kadınların siyasete girmelerini istemiyorlardı. Direnişlere rağmen, 10 Temmuz 1919’da seçim yasası genişletildi. Bunun sonunda da kadınlar aktif seçme hakkına sahip oldular. Hollanda’dan ayrılan Belçika’da 1948’e kadar kadınların seçme seçilme hakları yoktu. İsviçre 1971’de yasayı yürürlüğe koydu. Günümüzde bile halen birçok ülkede kadınlar bu temel hakka sahip değiller.

Demokrasi çoğunluğun aynı zamanda azınlığa saygı ve anlayış göstermesidir. Çoğunluğun azınlığı yönetmesi değil. Azınlığın da ülkenin yönetimine ortak olmasıdır. Bundan ötürüdür ki Hollanda’da en küçük partilerden en büyük partilere kadar, herhangi bir partinin tek başına iktidara gelmesi pek rastlanan bir durum değil. Yerellerden genel yönetimlere kadar ki idari biçimlerde bu tür tartışmalar mevcut. Özellikle azınlık haklarının savunulması, demokrasilerin olmazsa olmazıdır.

Hollanda demokrasisi son yirmi yıl içinde yerel deneyimlerle zenginleşse de yeni tehlikeler ve düşmanlar belirmeye başladı. Bu tehlikelerin başında ırkçı, faşist hareketleri sayabiliriz. Demokrasiyi sindiremeyen çeşitli hareketler son yıllarda güçleniyor. Çağdaş demokrasinin gelişim sürecini anlamak isteyenler için Hollanda’nın siyasal tarihini ve özellikle de işçi sınıfı hareketinin gelişimini incelemelerinde yarar var. Sosyalist hareketin yerellerden -belediye sosyalizmi- ülke yönetimine talip olduğu süreci öğrenmek lazım. Sosyalist hareketin tarihinde de Hollanda’nın tarihi pek bilinmez. Küçük fakat tarihte çok büyük bir rol oynamış bu ülkenin sol hareket açısından özgül bir yeri vardır. Örneğin Karl Marx’ın anne tarafı Hollandalıdır. Hem Birinci hem de İkinci Enternasyonal tarihinde Hollandalı sosyalistlerin oynadığı rol önemlidir.