DERYA DERYA YILMAZ Ya ‘Güzel Günler Göreceğiz Çocuklar’ ya da ‘Sus Barbatus!’ Faruk Duman’ın son romanı ‘Sus Barbatus!’, onun en politik kitabı. Gerek yakın tarihimize dolaylı/direkt göndermelerinde gerek roman halkının topyekûn mücadelesinde görebileceğimiz dirençli öyküler içeriyor. Roman zamanı bin dokuz yüz yetmiş dokuzdur. İşkenceler, kayıplar, ölümlerle ruhu ve bedeni zaten sakatlanan; ülkeyi hepten kötürüm bırakıp […]

Cümle mahlukâtın dillendiği evren

DERYA DERYA YILMAZ

Ya ‘Güzel Günler Göreceğiz Çocuklar’
ya da ‘Sus Barbatus!’

Faruk Duman’ın son romanı ‘Sus Barbatus!’, onun en politik kitabı. Gerek yakın tarihimize dolaylı/direkt göndermelerinde gerek roman halkının topyekûn mücadelesinde görebileceğimiz dirençli öyküler içeriyor.

Roman zamanı bin dokuz yüz yetmiş dokuzdur. İşkenceler, kayıplar, ölümlerle ruhu ve bedeni zaten sakatlanan; ülkeyi hepten kötürüm bırakıp bir yıl sonra yaşanacak askeri darbeye kent perspektifinden değil, kırsaldaki gözlerden bakılır. Hâlâ kapanmayan köylü-aydın uçurumu düşünülürse, incelikli gözle ortaya konan bu sorunsalın, günümüzde ve yakın gelecekte önemli meseleler yarattığı/yaratabileceği söylenebilir.

Köylü, kentlerde yaşanan kargaşanın farkında değildir. İklim şartları herkes için zorlayıcı olsa da açlıkla birleşince onun için ölümcüldür. Şekli şemali değişmiş, bugün hâlâ varlığını koruyan toprak sahibi erk yetmezmiş gibi aleyhine çalışır. Aydınlar halkevi, sendika kanallarıyla bir şeyler yapmaya gayret ederler ancak yoğun baskı ve takip altındadır. Gerillaysa ormanda ölümle burun buruna yaşar.

SİLAHLI ERKİN KİTAP KORKUSU

Eserde geniş yer tutan bazı klasik romanlar aydın-köylü ilişkisini karşılaştırmalı irdelemesi bakımından önemli. Cumhuriyetimizin ilk eğitim kurumlarından biri olan Cılavuz Köy Enstitüsü’nden bahsedilir. Karakter, “…bu enstitülerden sonra yeni öğretmenler öyle olmadı” (s.457) diyerek bu durumu, köylü-aydın arasındaki iletişimsizliğin nedenlerinden biri olarak görür.

Olagelen durumlara bakalım; ormandaki mağaralara saklanmış solcu gençler, halktan aldıkları yardımlara rağmen, açlık ve dondurucu soğukla yaşam mücadelesi verirken, jandarmanın da kıskacındadır. Gözaltında gördüğü işkencelerde hayatta kalmayı başarabilenler, devrimci ruhu korumaya çalışarak, normal hayatlarında ruh-beden marazıyla yaşar. Böyle dramatik dolantılar çok, ama kara mizah diyebileceğimiz silahlı erkin kitaplardan korktuğu bir bölüm var ki bu, sıkıyönetim dönemine ‘sıkı’ bir atıf. Aydın roman kişisi, sözüm ona satır satır incelenen ‘Sosyal Bilimler Ansiklopedisi’ni işaret ederek, “Bunu sosyalizm sanıyor[lar]” (s.456) der. Aynı karakter, Ermeni meselesi, Che gibi konulara dokunurken, başka ülke gerçekliklerine de hüzünlü selam gönderir; “O astıkları Deniz…” (s.541), “12 Mart…” (s.354)

İşte tam da bu noktada, daha okumadan etkilendiğim eserin adına değinmek istiyorum; dahası sondaki ünleme. Yazarı bunu, “Türkçeleştirmek” diye açıklıyor. Doğrudur, sözcüğü emir kipi yapıyor. Aydın karakter, “…Mustafa Kemal’den sonra, bu ülkede emperyalizm üzerine devlet içinde düşünen pek olmadı…” (s.451) diyerek umutsuzlansa da bize, dünyaca ünlü şairimiz Nâzım Hikmet’ten alıntı ‘Güzel günler göreceğiz çocuklar…’ (s.204) dizesiyle, ‘her şeye rağmen’ umudumuzu kaybetmememiz gerektiğini de söyler. Belki de romanın cümle mahlûkatı o çok katmanlı, büyülü dünyadan başını kaldırıp ya ‘Güzel güzler göreceğiz çocuklar’ ya da sonsuza kadar ‘Sus Barbatus!’ diye haykırmaktadır.

klasikleri selamlamak

Faruk Duman, öykücü olarak yazın dünyasında boy gösterse de ilkin, bir süredir romana ağırlık vermiş görünüyor. Hemen ilk ağızda denilebilir ki, edebiyat uzuvları bakımından yaratı anlatılarını ‘Sus Barbatus!’ ile kendi kulvarının ileri menziline taşımış. Onun içindir ki ‘okur için değil, okura yazan’ bir yazar olmasından kaynaklı, klasiklerden aldığımız doygunluk hissini duyarız.

‘Sus Barbatus!’, kendinden önceki romanla arasındaki mesafeyi, deyim yerindeyse domuz sıkısı gibi peklemiş; zaten zatıâlileri de bir domuz türü. Oylumu korkutabilir belki, ama çabucak okunacak kadar da zarif. Zarafeti ince işçilik dil büyüsünden geliyor. Buza kesmiş bir dünyadan seslenerek, katı gerçekliğiyle de karşımızda duruyor.

Hikâyesini detaylandırmak yerine başka bir yerden devam etmek istiyorum; Duman’ın yazarlığının daha başında aldığı kararla, akıp gideceği yatağı bilen, yaza yaza bir çavlana dönüşmüş dilinden ve kurguladığı büyülü, buna zıtmış gibi görünen gerçekçi doğayla yarattığı atmosferlerden.

Faruk Duman, kendine özgü bu ayrıksı dille, yinelenen kesik cümleler kuruyor. Dikkat çeken başka nokta da hem az kullanılan hem de buluş kelimelerin varlığı. Demek oluyor ki dil payandalı. Zaten Duman anlatılarının tamamı, öncelikle bu minvalde yükseliyor. Yazar bunu, bir karakterine “dile Çehov’u katmışız” (s.247) dedirterek, sorunun yalnızca dil olmadığını, ona katılan zenginliğin de önemli olduğunu vurguluyor. Hikâyelerinse dilden sonra geldiğinin altını çiziyor.

Bu varlıklı dil başlangıçta güllük gülistanlık güzelleme içindeymişiz duygusu verebilir. Ancak çok geçmeden böyle olmadığını anlarız. Çünkü doğa bir varlığa dönüşerek tüm sertliğiyle gerçekliğini yaşamaktadır.

EPİK BİR ŞÖLENLE KARŞI KARŞIYA

Faruk Duman okuru özel bir okur olmak zorunda. Çünkü dildeki bu tür bir yapılanış, okuma birikimine sahip sözlüğü masasından kaldırmayan, rutine kapılmamış uyanık okur olmasını zorunlu kılıyor.

Olağanüstü ortamların hüküm sürdüğü romanda önemli başka bir konu da okurla konuşan, felsefe yapan, karakterleri eleştiren, bir tür ‘masal anası/atası’ diyebileceğimiz anlatıcının varlığı. Hikâyeleniş, yazarın önceki kitaplarında da yaşamış, metinler arası dolaşan bu muazzam anlatıcının gözünden yapılıyor.

Bu ilginç dünyadaki yolculuğumuz bizi, geleneksel anlatılar yanında, cin peri, sıra dışı hayvan insan ve mekânlarla örülü Anonim Halk Edebiyatı’mızın önemli figürlerini de kapsayan epik bir şölenle karşı karşıya bırakıyor. Böylesi bir biçim, ayna vazifesi görerek bize ait folkloru, kültürü, inanışı, hoşgörüyü, maddi kültürü yansıtıyor.

’HER ŞEY DOĞALDIR’

Görevi önemli olsun olmasın, canlısı cansızıyla her şey çokseslidir romanda. Bunda, “Her şey doğadır” diyen yazarın tüm bileşenleriyle ete kemiğe büründürdüğü doğada ve özgürce dönüştürerek anlattığı geçmiş zaman hikâyelerinde de görülebileceği gibi kendi doğa/yazı algısı yatıyor olmalı. Hal buyken, ne anlatanın inandırmak ne de dinleyenin inanmak gibi derdi olmasa gerek.

Duman anlatılarının hemen hepsi birbirinden doğan, birbirini besleyerek gelişen akışkanlıkta.

‘Sus Barbatus!’ta da olduğu gibi, son sayfaya geldiğimizde bile olayların hâlâ akıp gittiğini, karakterlerin hayatlarını sürdürdüğünü duyumsamamızın nedeni de bu sanırım.

İyi Türkçesi, zengin anlatı geleneğimizin modernize biçimi ve atmosferlerinin realist postmodernitesiyle sıkı bir roman ‘Sus Barbatus!’ Üstüne, tansiyonu düşmeyen temasıyla keyifle okunası.

Yazarın, önceki romanları ‘Piri’ (Can, 2003), ‘Kırk’ (Can, 2006), ‘İncir Tarihi’ (Can, 2010), ‘Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur’ (Can, 2012), ‘Köpekler İçin Gece Müziği’ (Can, 2014) ve son olarak ‘Sus Barbatus!’da da üzerinde önemle durduğu, doğadan ayrı tutmadığı insanın, onunla kurduğu çok yönlü ilişki kutsanmışlığıyla, edebiyatımızda apayrı duruyor.

Faruk Duman kendine has kılmayı başardığı dil ve anlatı evrenlerini bu romanıyla şahlandırmış, bize de yine klasik bir eser okuma doygunluğu bırakmış.