Ay sonunu getiremeyenler ve dünyanın sonunun gelmesine karşı gelenler birleştiğinde ancak duracak yangın.

Çünkü, yanlış Amazon yanıyor
İngiltere'de Amazon işçileri greve gitti. (Fotoğraf: GBM Union)

Semiha Durak

“İnsanları öldürmek için para bulabiliyorsak, onlara yardım etmek için de bulabiliriz.” Böyle demişti Tony Benn. İham, güven ve cesaret veren kişiliğiyle Labour Party’nin (İşçi Partisi) olması gerektiği karakteri yansıtıyordu. Şu anki parti başkanı Keir Starmer’ın çevirdiği entrikaları, işçi haklarını savunmanın ışık yılı uzağındaki gülünç ajandalarını düşününce, “Tony Benn’in ruhunu partiye çağırmaktan başka çare yok” gibi şakacı cümleler kurmak istiyor insan. Ama içine sıkışıp kaldığımız travmatik gerçeklik, artık mizah kaldırmıyor.

Yıkıcı bir savaşın tam ortasındayız. Bu bir sınıf savaşı.

Yaşam maaliyeti krizi dediğimiz şey aslında büyük ölçekte bir “vurgunculuk krizi”. Unite sendikasının yayınladığı rapora göre, Britanya’nın en büyük 350 şirketinin kâr marjı, pandemi öncesinden %89 daha fazla. Raporu hazırlayan komisyon, an itibariyle %10,4’e yükselen enflasyonu belirleyen enerji, gıda, ulaşım, otomotiv ve nakliye gibi sektörleri inceleyerek bu sonuçları elde etmiş. Yükselen gıda fiyatlarının ve enerji faturalarının bedelini, yoksulluğun şiddetiyle savaşan, bir yandan da iptal edilen trenlere, hastane kuyruklarına, bir türlü gelmeyen fizyoterapi randevularına öfkelenen halk ödüyor. Ama öfkeyi olması gereken yere aktarmanın zamanı şimdi.

Avrupa’da işçiler, grev ve sendika eylemleriyle ayakta. Britanya’da ‘70’lerden, ‘80’lerden beridir görülmeyen bir kitleselliğe ulaşan grevler, sektörel bir çeşitlilikte devam ediyor. Kökleri 2008 krizine ve sonrasındaki kemer sıkma politikalarına uzanan, yakın dönemdeki nedenleri Brexit, pandemi ve Ukrayna savaşına bağlı tedarik zincirleri sorunu kabul edilen kriz, enflasyon artışlarıyla gittikçe derinleşiyor. Gezegenin kiracılarıymışız gibi, yaşamın maaliyetini, nefes almanın bedelini bize ödetiyorlar. Gıdaya, elektriğe gelen zam, çalışanların maaşlarına uğramıyor. Öğretmenler, doktorlar, hemşireler, ambulans şoförleri, trenyolu çalışanları, itfayeciler… Ay sonunu getiremeyenler grevde. Hükümet kimi sektörlerle uzlaşma sağlamış görünse de, her şey bitmiş değil. Britanya ve Avrupa’da dalga dalga yayılan grevler tarihi açıdan önemli bir dönemeçte olduğumuzun göstergesi. Gelecekte nasıl bir ekonomik sistemde, nasıl bir dünyada yaşamak istiyoruz sorusunun cevabı net. Ama şu an kritik bir eşikte bekleyen “uçurum insanları” gibiyiz.
Şimdi olanlar, bizi dünyayı yorumlamanın ötesine geçirerek; nihayet değiştirmeye, değişimi belirleyen bir harekete dönüşebilir mi bilmiyorum. Ama Britanya ve Fransa’daki hareketliliğin eşzamanlılığı karşısında, Eric Hobsbawm’in Çifte Devrim tanımını hatırlamadan duramıyorum. Grev ve protestoların her iki ülkede farklı bir ruha sahip oluşu ve tarihin çizgisel değil, döngüsel ilerlediği gerçeği birleşince, değişim imkânsızlık çizgisinden uzaklaşır gibi oluyor. Zaten, içimde bir yerlerde gizlenen romantik, hayalperest devrimcinin iyimserliği ne zaman biraz ışık görse uyanıyor. Elbette, gerçek hayatta durum hayallerden farklı. 250 yıl önce Manchester’in fabrika bacalarında tütmeye başlayan duman, bugünkü dünyanın belirleyicisi. Peki, Fransız devrimiyle gelen bütün o güzel, umutlu düşünceler, düşünürler, liderler neden şimdi yenilerini doğurmuyor? Şimdilerde herkes kendi küçük penceresinden savuruyor kılıçlarını, küfürlerini. Bir araya gelmeyi bekleyen atom parçacıkları gibiyiz.

Hem Avrupa, hem de dünya ekonomisinde kilit ülke Almanya’nın bu hafta başındaki mega grevi bir dönüm noktası olabilir. Yine de Britanyalılar, Almanlardan çok Fransızlarla ilgileniyor gibi. Fransa’daki protestolara bakarak, Fransızların bu işi, yani direnişi ve ayaklanmayı iyi bildiğini söylüyorlar. Oysa kendi toprakları da Levellers (Eşitlikçiler), Diggers (Kazıcılar), Ludistler ve Çartistler’den madenci grevlerine kadar zengin bir mücadele tarihine sahip. Şu an, Fransızlar kadar örgütlü, politik bir mücadele kurulmamış olsa da aslında grevlerin güçlü, etkili bir harekete dönüşmeye çabaladığı bir gerçek. Daha önce grev görmemiş sektörlere doğru dalga dalga yayılıyor. Amazon çalışanlarının da sendikalaşarak greve gitmesi, işçi hareketine hem küresel, hem tarihsel anlamda bir ivme kazandırdı. Coventry’deki eylemde “Yanlış Amazon Yanıyor” yazan pankart, işçi sınıfının çevre hareketleriyle birlikte yol alması zorunluğunun altını bir kez daha çiziyor. Çünkü “ay sonunu getiremeyenler ve dünyanın sonunun gelmesine karşı gelenler” birleştiğinde ancak duracak yangın. İklim krizi ve buna bağlı göçler nedeniyle mevcut sistemlerin çökmesine on yıldan az bir süre kaldığı söyleniyor.
İnsanlığın ihtiyacı olan enerji, fosil yakıt değil, kinetik enerji. Hareket. Geçmişin kalıntılarını yakarken, tüm potansiyel geleceklerimizi tüketiyoruz. İklim krizi sorununu mülteci nefreti ve ırkçılığa dönüştürerek; sınırları kapatarak, mülteci botlarını batırarak çözmeyi planlayan faşist politikaların karşısında solun ne söylediği, ne yaptığı önemli. Kızıl güneş, mavi gökyüzü ve yeşil bir dünya hayal eden herkesin ortak savaşı bu.

Labour Party başkanı Starmer da savaşa hazırlanıyor gibi. Onun savaşı başka. Gündemindeki konulardan biri polis gücünün daha da artırılması. Bu konuyla ilgili açıklamasını, polisin gücünü nasıl kötüye kullandığını gösteren Casey Raporu’nun yayınlandığı günlerde yapmış olması da oldukça ironik. Starmer, işçilerin çektiği zorlukları anladığını, ama grevleri onaylamadığını söylüyor. Dayanışma için grev alanlarına gitmenin Labour Party başkanının görev tanımlamasında yer almadığını, onun asli görevinin partisini hükümette söz sahibi yaparak, başbakanlık koltuğunu elde etmek olduğunu belirtiyor. Starmer’ın gündemindeki diğer konu ise; Jeremy Corbyn’in adaylığını engellemek. Labour Party içinde, “Antisemitizm” tartışmasıyla şiddetlenen kutuplaşma devam ediyor. İsrail devletini eleştirdiği için Antisemitizm suçlamasıyla partiden uzaklaştırılan, yeniden aday olması yasaklanan Corbyn, vaktiyle “en tehlikeli adam” ilan edilen Tony Benn’in ruhunu taşıyor gibi.

Labour içindeki ırkçılık iddialarını araştırmak için Starmer tarafından görevlendirilen Martin Forde’un sunduğu rapora göre, parti içindeki ırkçılıkta bir hiyerarşi söz konusu. Rapor, “siyah karşıtı ırkçılık ve İslamofobi iddialarının, antisemitizm kadar ciddiye alınmadığını ortaya koymuş. Tam da burada yeri gelmişken, 1980 yılında bir suikasta kurban giden Marksist araştırmacı Walter Rodney’nin insanlığa yaptığı uyarıyı hatırlayalım: “bu sistem sınıfsal bir baskı sistemi, sınıfsal doğasını ırkçılık kisvesi altında kamufle ediyor. Sonunda, rengi ne olursa olsun herkese karşı harekete geçecek.” Şimdi bu kritik noktada dünya. Küresel düzeyde bir sınıf savaşının ortasındayız. Ama insanın olduğu kadar, insanlığın da hayatta kalma savaşı bu. Çünkü, yanlış Amazon yanıyor.

Geçtiğimiz günlerde hapisten çıkan Extinction Rebellion hareketinin kurucusu Roger Hallam, “her şey için artık çok geç. Sadece sivil direnişle bir şeyler değişebilir” diyor. Sosyalistlere, entellektüellere, halkın göz önündeki figürlere dayanışma içinde bir direniş çağrısında bulunuyor. Direnişin ille de şiddet dolu, yağmacı bir ayaklanma olması gerekmiyor. Hallam’ın da örneklediği gibi, Garry Lineker’in BBC’yi dize getiren kararlı duruşu, ırkçılığa ve otoriter rejimlere karşı direnme biçimlerine güzel bir örnekti.

Britanya’da dayanışma içinde bir direniş gerektiren en acil konular; hükümetin gündemindeki grev karşıtı yasa tasarısı ve iklim kriziyle sayısı artacak göçlerin yolunu kesmeyi amaçlayan, ırkçı-faşist göçmen politikaları. Gittikçe daha otoriter, baskıcı bir rejime dönüşen, savaşlardan beslenen devlet(ler) karşısında halkların, başkaldırı ve dayanışmanın kolektif sevincini, insanın göğüs kafesini dolduran o kuş gibi hafifliği yeniden hatırlaması, birbirine hatırlatması gerek. Durup beklemek, gelecekten zaman çalıyor.