Galileo 1610’da kendi yaptığı teleskopla Jupiter’in aylarını keşfettikten sonra, din çevreleri onun Güneş merkezli yeni kuramını “insanın tahttan indirilişi” olarak tarif etti. Sert biçimde eleştirdiler Galileo’yu. Yazar/nörolog David Eaglamen bunun yalnızca bir başlangıç olduğunu ve insanın defalarca tahttan inmek zorunda kalacağını söylüyor ve ekliyor:

“İskoçyalı çiftçi James Hutton’un tortul katmanlarla ilgili çalışması, Kilise’nin Dünya’nın yaşıyla ilgili tahminlerini altüst ederek gezegeni sekiz yüz bin kez daha yaşlı kılıyordu. Kısa süre sonra Darwin insanları, çeşitli canlılarla dolup taşmakta olan hayvanlar âleminin dallarından biri olmaya indirgeyerek, onları görkemli konumlarından etti. 1900’lerin başlarında kuantum mekaniği, gerçekliğin dokusuyla ilgili anlayışımızı geri dönüşsüz biçimde değiştirdi. 1953’te ise Francis Crick ve James Watson’ın DNA’nın yapısını çözmesiyle yaşamın gizemli hayaleti, yalnızca dört harften oluşan diziler halinde yazılıp bilgisayarda depolanabilen bir gerçekliğe dönüşmüştü.”

Hayvan; iki ayağı üstüne kalkınca ve üç beş kelimeyi bir araya getirip, karşısındakine meramını anlatmaya başlayınca evrimini tamamlamış olmuyor elbet. Merak etmek, soru sormak anlamına gelir ve “dünyaya neden geldim, ben kimim?” diye aramaya başlar insan. Nihayetinde ortalığa yapayalnız bırakılmış bir varlıktır. Beyin en değerli organıdır insanın. Diğer varlıklardan farklı olmasını sağlar. Düşünme yetisi demektir bu. Hal böyle olunca da içinde bulunduğu dünyayı ve ardından evreni anlamak için yola koyulur. İnsan her geçen gün sorularına yenilerini ekler ve ne denli az bilgiye sahip olduğunu gördükçe daha derin bir arayışa girer. Elbet bir seçenek daha var…

Anlam dünyası içinde kaybolmamak güçlü etik ölçülere, disiplinli çalışkanlığa ve elbette bilimin gösterdiği yöne ihtiyaç duymasına neden olur insanın. Bu zorlu yolculuktur. Bugün beyin üzerine keşfettiklerimiz daha yolun çok başında olduğumuzu gösteriyor. İnsan; tüm evrenin kölesi olduğunu sanırken, esasen rastlantısal bir gerekçe ile var olduğu fikriyle karşılaşınca sarsılmaktadır. Buna karşın soluk almaya devam etmek hiç kolay değil. İnsanlığın binlerce yıllık birikimi, felsefenin dolambaçlı yollarından geçerek bugüne gelmesine neden oldu. Artık gezegenimizin ömrünün sınırlı olduğunu biliyoruz örneğin. Tüm bunları kafaya takmadan da yaşamayı seçenler var elbet…

Sınırlar, milletler, devletler, mezhepler gibi insan eliyle yaratılmış kavramların tümü bilim karşısında silinir, önemsizleşir. Uygarlık dediğimiz dünyayı kavrama çabasıyla başlar. Ardından vicdani ölçüler oluşmasıyla taçlanır. Bencillikten sıyrılmak, vahşi arzuları dizginlemek, adalet, barış kavramları da bu yolculukta ortaya çıkmıştır. Kuduz mikrobunun milliyeti yoktur söz gelişi. Buna çare üreten kişinin de dini, mezhebi yoktur. İnsanlığın ortak başarısıdır elde edilen. Hiçbir bilimci, düşünür, sanatçı öncesiz ve sonrasız değildir. Bu yolculuğa çıkan herkes aynı ailenin üyesidir. Büyük insanlık ailesinin sofrasına oturmaktadır. Kolay iş değildir bu. Üstelik ürkütücü bir yolculuktur. Sürekli hiçlik duygusu vardır bir yandan. Öte taraftansa, bir tür ölümsüzlük edinmeyi sağlar. Galileo’dan hâlâ söz etmemizin nedeni budur.

İlkin Tanrı’yı keşfetti insan, ardından ondan aldığı yetkiyle tek adamlı düzenleri kurdu, lâkin bir kişinin iki dudağı arasına indirgenemeyecek denli derin, karmaşıktı evren. Nihayetinde tüm putları yıktı ve akıl yoluna girdi. Çok zaman aldı ve henüz tam anlamıyla sonlanmış değildir bu yolculuk. İşte Cumhuriyet’in kuruluş süreci; eksiği, yanlışıyla bu çabaya ortak olma anlamı taşımaktaydı.

“Laiklik” kavramı bizim buluşumuz değildir. İnsanlığın ortak değerleri gibi: “laiklik” fikrini ortaya atanların da dini, mezhebi, milliyeti yoktur! “Laiklik” aklın iktidarıdır. Üstelik bu kavram/olanak “laiklik” olgusunu da en sert biçimde eleştirme şansı sağlar. Hiçbir tabu, kutsal tanımadan hakikati aramak için önkoşuldur “laiklik”. Aklın iktidarını da yerle bir edebilecek özgürlük için olanaktır.

12 Eylül 1980 Darbesi’yle laiklik ortadan kaldırıldı. Yani akıl, bilim hedef alındı. Bir kez bu yoldan çıktınız mı, ondan sonrası domino etkisiyle gelir. Noel Baba’nın kafasına silah dayamak, havalimanında polislerin gözü önünde linç girişimi, çocuk tecavüzleri, Diyanet’in yılbaşı fetvası, otobüste bir kadının tekmelenmesi, gece kulübünü basıp önüne geleni taramak, bir büyükelçiyi arkadan vurmak, şeyhlerin ayak suyunu içmek, yaşam koçlarına gidip sonra onu öldürmek ve daha neler neler…

İnsanın tahtından vazgeçmesi kolay değil kuşkusuz. Üstelik hiçbir zaman o yüce yerlerde olmadığını fark edince, bir garip olur insan. Esasen bu türden bir mutlak iktidar arzusu da artık bilim tarafından hastalık olarak tarif edilmiş durumda. Beynin bir bölümü hasarlı olunca, kişi kendini tanrı yetkileriyle donanmış sayıyor.

Diyeceğim; günlerdir cüppeli birinin “satranç” fetvasıyla meşgul ahali. Neden peki bu fetva? Çünkü düşünmeyi gerektiren bir oyun bu. Oysa fetvayı veren cüppeli ahiret için yanmaz kefen, peygamberin görünmesini sağlayan terlik pazarlıyor. Adam haklı satranç oynayan biri bu temel(!) gereksinimler için para harcar mı hiç?

Cüppeliyi kim mi iktidara getirdi?

Darbeci askerler, sol dönekler, liberaller işte!