Mersin için hava durumu berbattı, karakış buraya da gelmişti. Düşünebiliyor musunuz, üç gündür hiç güneş görünmedi ve sıcaklık

Mersin için hava durumu berbattı, karakış buraya da gelmişti. Düşünebiliyor musunuz, üç gündür hiç güneş görünmedi ve sıcaklık 14 dereceye kadar düştü... Neyse ki bugün her şey normale döndü, güneş yerli yerinde, sıcaklık da eh işte idare eder, 20 derece dolaylarında. Yani karakışı atlattık burada... Hırkalarımızı sırtımızdan çıkardık ve pencereleri de açtık. Peki sizler, Mersin dışındakiler, nasılsınız?
Sabri Kuşkonmaz sen nasılsın? Belli ki benden çok yaşayacaksın ve elbette çok yaşayasın, çünkü lafı ağzımdan aldın. Şöyle ki: Cumartesi gecesi yazının başına oturdum, “Muhalefet etmeyi, muhalefete muhalefet etmek sanan muktedir muhalifler” diye yazmaya başladım, uykum geldi yattım, sabah BirGün’ü bir açtım... Aaa! Pazar ekinde, Sabri kardeşimin “Muhalefete muhalefet etmek” başlıklı yazısı...
Yeni bir yazı yazacak vakit de yok... Yani şimdi benim yazı çöpe mi gitsin? Hiç olmazsa fikir tekrarından kaçınıp bu konuda ben de birkaç laf etmiş olayım:
Şimdi iktidarı destekleyen muhalif aydına şey diyorlar, liberal diyorlar. İlginç bir durum tabii... Gerçi Sabri de anlatmış, “çağdaş kamu hukukuna göre” sivil toplum örgütlerinin en temel özelliği, iktidar alanı karşısında “baskı grubu” oluşturmak... Sivil toplum örgütlerine, NGO, yani hükümet dışı örgütlenmeler de deniyor, yani sivil toplum örgütleri tanım gereği (bir parça) muhalif örgütlenmeler değil mi? Ancak liberallerin gözünde mesela cemaatler, tarikatlar da sivil, ennn sivil toplum örgütleri... Ama topyekûn iktidara gelmişler, ne gam... Liberaller iktidar organı medyada, ekranlarda “iktidarlarının muhalefeti”  rolünü üstlenmişler. Tek başına TSK’ya muhalefet etmeleri onları hem muktedir hem muhalif kılmaya yetiyor işte. Öte yandan ve zaten TSK da hem muktedir hem muhalif, onlar da iktidardaki cemaatlere muhalefet ediyorlar ya...
İyi de, iktidardakilerin birbirine muhalefet etmesine muhalefet denmez ki, bu bir iktidar kavgasıdır...  İşverenin kurduğu sendikaya “sarı sendika” denir; bu muhalif aydınlara da “sarı-aydınlar” demek lazım. Çünkü muktedirken muhaliflik marifet değildir, marifet...
Marifet muhalefetteyken muktedir olabilmektir! Halk iktidar organlarının umudunu (nüvelerini) şimdiden yeşertebilmektir: Adına artık herkesin “Tekel Caddesi” demeye başladığı Sakarya Caddesinde kardelen çiçekleri açıyor işte. Şubat sonunda bu çiçekleri muhtemelen koparacaklar; ama işte orada, sokaktaki işçi çadırlarında muhalif muktedirler var, orada şimdiden kendi iktidarlarını kurmuşlar.
(Devrim sonrasındaki iktidar da böyle olsun, işçi-emekçi kendi çadırını kursun, beğenmezse yine kendisi ama sadece kendisi yıkabilsin!)
Elbette devrim filan yapmayacaklar. Şu anda sadece muhalefet, işçi muhalefeti yapıyorlar, kendilerince direniyorlar... Ve kendilerini muktedir gördükleri tek yer, kurdukları çadırlar... Şimdilik çadırdan bir iktidarları var... Savunması, sürdürmesi zor, yıkılması kolay... Çünkü çadır dışındaki muktedirlerin panzerleri, tankları, copları, topları var... Çünkü işçilere çok ama pek çok kızıyorlar... Çünkü işçiler muhalefet etmek ile direnmenin eşanlamlı olduğunu ispatlıyorlar. Başkalarına, “vatandaşa” kötü örnek olacakları, ekonomik krize karşı da böyle direniş başlayacağı şeklinde bir korkuya yol açıyorlar.
Nitekim dün Hürriyet’in internet sayfasında bir manşet vardı: “Ekonomik sıkıntıya direnmenin formülleri!”  “Vay be” dedim, “sivil toplum örgütleri”nden Ankara Ticaret Odası (ATO) bile direnişe geçmiş. Yok! Kazın ayağı öyle değilmiş, meğer bunlar ATO’nun “ucuz hayat” formülleriymiş. “Vatandaş”, çamaşır makinesinden boşalan suyla elde yıkanması gereken çamaşırları ya da balkonu yıkıyormuş. Vay canına! Demek ki işçiler ekonomik sıkıntıya karşı provokasyona gelip ajitasyon yaparken “vatandaş” direnişin formülünü bulmuş: Marketten raf ömrü dolmak üzere olan süt, yoğurt, salça, bisküvi gibi ürünleri, pazardan çürük sebzeleri yarı fiyatına satın alarak, “direnmek” ve uslu uslu evine dönmek! Kardelen çiçeklerine tezat çürük sebze yiyerek uslu uslu “direnmek”...
•••
Sait Faik’in “hişt hişt” öyküsünü okumuş muydunuz? Şöyle diyordu:
“Hani bazı, kulağımızın dibinde çok tanıdığınız bir ses, isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir... Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!... Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları...
–Hişt hişt !
–Hişt hişt !
–Hişt hişt !”
•••
Balkona çıktım, gökyüzünde güneş, uzakta deniz, sokaklarda Pazar günü sessizliği...
Ve kulaklarımda bir ses: Hişt! Hişt!
Umarım bu sesler bu kez... İşçi baharının sesleri...