Yolsuzluk, cinayet, kara para aklama, haraç, el koyma…

Bu konuştuklarımızın hepsi sadece ekonomik yönünden bakıldığında bir Netflix dizisi gibi görünüyor ama siyasetle ve toplumsal hayatla bağlantısını kurduğumuzda, neden birilerinin açlıktan intihar ettiğinin de açıklaması aslında.

Burnumuza gelen koku, çürümüş kapitalizmden.

Yani olup biten “devletin çeteleşmesi” değil, düzenin farklı kliklerinin arsındaki anlaşmazlıklar. Bu anlaşmazlıkların neden çıktığı, hangi siyasi kararlarla işin buraya geldiği, sonuçlarının ne olabileceği hepsi ayrı bir tartışmanın konusu. Ancak mafyanın da savcıları göreve çağıranların da ayrı bir köşede tuttuğu “kutsal devletin”, bu düzenin işleyişini tüm detaylarıyla ve bizden çok önce bildiği herkesin malumu. Yani ortada bir çelişki yok, kullanışlı olanlar değiştikçe, kullanım süresi dolanlar çöpe atıldı.

Söylediğim, “Biz Sedat Peker’in anlattıklarını zaten biliyorduk” değil, adı geçen bazı kişiler hakkında bizzat devletin yargısı yıllar önce bu tespitlerin çok daha ağırlarını, kanıtlarıyla dosyalara geçirmişti:

“Suç tarihlerinde Emniyet teşkilatında görevli olan Mehmet Kemal Ağar, İbrahim Şahin, Mehmet Korkut Eken ve diğer bir kısım teşekkül/örgüt mensuplarının terörle mücadele adı altında yola çıkıp tam bir sorumsuzluk içerisinde hareket ederek yasaların kendilerine verdiği yetkilerin ötesinde kendi çıkarlarını da gözeterek her türlü yasadışılığı meşru sayıp amaçlarına ulaşmak için her yöntemi uygun yöntem olarak benimseyerek yanlarına kamu görevlisi olmayan kumarhane işleticisi, uyuşturucu kaçakçısı ile katliam sanığı ve hükümlüsünü de alarak tam bir dayanışma ve işbirliği içinde hareket edip çeteleşme sürecine girdikleri,

765 Sayılı TCK’nun 313. Maddesi anlamında ‘cürüm işlemek amacı ile silahlı teşekkül oluşturan’ şüphelilerin, uyuşturucu madde ticareti yaparak, kumarhane işleterek elde ettikleri gelirleri PKK terör örgütüne aktarmak sureti ile PKK terör örgütüne yardım ettiklerini değerlendirdikleri kişileri tasfiye etmek, etkisiz hale getirmek düşüncesi ve görüntüsü altında birtakım listeler yaparak Anayasa ve yasaların kendilerine vermediği yetki ve görevi üstlenerek kişileri öldürdükleri, bu süreçte teşekkül içerisinde menfaat çatışmalarının da oluştuğu ve başlangıçta birlikte hareket ettikleri bir kısım şahsılarında teşekkül mensupları tarafından öldürüldükleri (örneğin Tarık Ümit) anlaşılmıştır.”

Bu satırları bir muhalif ya da gazeteci yazmadı, devletin savcısı yazdı.

Yukarıdaki ifadeler, Mehmet Ağar, Korkut Eken ve diğerlerinin yargılandığı, yanlış bir şekilde “JİTEM” davası diye adlandırılan, Ankara’daki faili meçhul cinayetlerin konu edildiği davanın iddianamesinden.

Hatta savcı, şüpheliler o dönemde kamu görevlisi, milletvekili veya bakan olsalar da suçları kamu görevinden kaynaklanmadığı için soruşturma öncesinde idari mercilerden izin bile talep etmemişti.

İddianamede Korkut Eken’e emanet edilip kaybolan silahların seri numaralarından, Abdullah Çatlı’nın parmak izinin bulunduğu cinayet delillerine kadar her şey var.

Var da ne oldu?

Davanın açıldığı dönemin siyasi konjonktürü değişti, hepsi beraat etti.

İki yıl önceki beraat kararı geçen ay istinaf mahkemesince bozuldu. Mahkemenin delil yok, diyerek verdiği beraatı bozan istinaf, itirafçı sanık Ayhan Çarkın’ın bir bir anlattığı cinayetlerle ilgili maddi delillerin, cinayetlerin olay yeri incelemesinde bulunan kovan ve mermi çekirdeklerinin menşei ile cinayetler arasındaki bağlantıların araştırılmadığını söyledi.

Bu davalar hem bağlantıları hem de yargı süreçleri açısından siyasidir. Davanın neden açıldığı da neden kapatıldığı da siyasi ve ekonomik süreçlerden bağımsız değil.

Dolayısıyla kapanan dosyanın şimdi neden raftan indirildiğinin cevabı da adliye dosyalarında değil, Saray koridorlarında.

Artık her şeyin mümkün olduğu, belirsiz bir durumdayız. O sebeple Ağar’ın bir kez daha hâkim önüne çıkacağı davanın, 15 Ekim’deki ilk duruşmasını izlemek daha önemli hale geliyor.

Çürümenin temizlenmesinin adresi ise adliye rafları veya Saray koridorları değil, bizim irademiz.