Ne Yavuz’dan kaçtıklarını, ne İsmail’e bağlı olduklarını unutmuşlar. Dört dağın ortasında, inin cinin dans ettiği vadilerin dibinde, insana xof veren mağaraların ağzında, karlı dağın buzlu sarkıtında mêkan kurmuşlar. Gece rüyadaki xortlağı, sürüden bir keçi isteyen kıpkırmızı tüylü kurdu, yeraltındaki mılawonu, her evin damında gizli yılanları, armut bazen de bal isteyen ayıyı en baştan kabul etmiş, sivri dişliyi, yırtıcı pençeliyi, kemirgen gece misafirini birer kardeş bilmişler. Bu mucize, bu benzersiz, bu güzel dünya, gözlerinde eşsiz bir nimet, insandan başka herkes onun eşit birer sahibiymiş. Ama bu yalnız, bu korkunç, bu kuşatılmış, artlarına bin yıllık yok edici fetvalar salınmış bu doğal dünyalarında bir cênet, bir cênemeye yer yokmuş. Ölüm, kuşkusuz her çağda acıymış, hele giden bir çocuk veya gençse apaçık trajikmiş. Ama ölüm bir son da değilmiş, bir boyuttan başka bir boyuta göçmek, gidip Hakkına kavuşmakmış. -Bir tavuk keser gibi insan doğrayan kılıçların parlayan karaltısını görmüş- eskilerin deyişiyle, cênet de cêneme de -işte bu yüzden-, bu dünyadaymış.

İnsan eksikleriyle doğmuş. Suyun, ateşin, buğdayın, etin, sütün, balığın, meyvenin, türlü yemişin dolu olduğu dünyada, insanların büyük kısmının alnına yoksulluk, açlık ve yalnızlık mührünü vurmuş. Teb şehrini yaptıran kral da, küçük sazdan kulübelerde yaşayan köylücük de, yedi katlı binayı inşa eden bey de, bu binayı yaparken aşağı düşüp ölen inşaat işçisi de -varsıl olsun, yoksul olsun-, aslında insanmış. Yiyemeyen, içemeyen, hep karnı guruldayan, bir tek gözü bile bir türlü doyamayan çok sayıda insan, en sonunda mutluluğu başka bir dünyaya atmış. Bu dünyada sırtı pek olamayan, ısınamayan, rahat uykularda dinlenemeyen insanlar, iyilik için yaşarlarsa cennete, kötülerse cehenneme gideceklermiş. Kaynağı belirsiz rivayetler, eski zaman masalları, yüz yirmi dört bin peygamberler, tanrılı tanrısız, kitaplı kitapsız dinler, yetmiş iki fırkalar, bin bir tane tarikatlar, sayıya gelmez mezhepler, yüzü olmayan veliler, maaşı bol imamlar, yüzü nurlu veliler, kılıkta perişan deliler, milyon tane meczuplar, hep işte bunu demiş. Cennete de, cehenneme de gerçi giden, geri dönen bir kişi bile görülmemiş, ama cennet sevdası, cehennem korkusu hiç bitmemiş. Cennet ile cehennem, bu dünyanın ters yüz edilmiş haliymiş çünkü. Sizin anlayacağınız, bizim eskilerin kendilerinden de eski inancı, aslında doğruymuş, cennet de cehennem de bu dünyadanmış.

Mademki büyülü bir cennet müjdesi, sonsuz acılı bir cehennem tehdidi var, karşıt fikir de gecikmemiş. Alanya beyinin oğlu, Abdal Musanın dervişi, Rumeli gezgini, Bektaşi Babası Kaygusuz Abdal, sofuları, yobazları, korkutmaktan başka bir iş etmeyen hocaları mizahla hicvetmiş, keskince yermiş, cênemeye değil, yerin ta yedi kat dibine sokmuş. Kaygusuz, kavgaya en başta, sofuların salt korku ve tehditler salan Tanrısından başlamış: Âsi kullar yaratmışsın, Varsın şöyle dursun deyü, Anları koymuş orada, Sen çıkmışsın uca Tanrı, Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın, Yapıp da neylersin bundan sana ne, Halk ettin insanı cihana saldın, Salıp da neylersin bundan sana ne, Kaygusuz Abdalım sözümüz budur, Her nerde çağırsam Hakk onda hazır, Hep duzaha bastırırsın kim ne der, Yakma kullarını bundan sana ne. Abdal Kaygusuz, bu kılıçtan keskin nefesleri -insana hürmet edilsin diye-, bin dört yüzlerde demiş.

Ahiret, cennet, cehennem diyenlere, böylece bu dünyayı babalarının çiftliği gibi yönetmek isteyenlere en iyi cevabı Harabi vermiş. Ona göre cennet viran bir kulübe, zevk ve sefaysa ayıpmış: Cennette huri gılman, Sevdası bizde yoktur, Hakkın cemali varken, Cennet bize azaptır, Bal şerbeti ile süt, Irmaklarından içmek, Ma-mül edersin ama, Yok aslı hiç hayaldir. Yobazların Tanrı anlayışına saldıran murabbaların en etkileyicilerini de Harabi söylemiştir: Daha Allah ile cihan yok iken, Biz onu var edip ilân eyledik, Hakka hiçbir layık mekân yok iken, Hanemize aldık mihman eyledik, Kendisinin henüz ismi yok iken, İsmi şöyle dursun cismi yok idi, Hiçbir kıyafeti resmi yok idi, Şekil verip tıpkı insan eyledik, Asılsız fasılsız yaptık cenneti, Huri gılmanlara verdik ziyneti, Türlü vaatlerle her bir milleti, Sevindirip şen ve handan eyledik, Bir cehennem kazdık gayetle derin, Laf ateşi ile eyledik tezyin, Kıldan gayet ince kılıçtan keskin, Üstüne bir köprü mizan eyledik. Ahmet Edib Harabi işte bu kılıç ucundan ince dizeleri, yazılı kaynakların hiç olmadığı, her bir şeyin dilden dile, insandan insana, nefesten nefese aktarıldığı o eski çağlarda değil, geçen yüzyılda demiş.

Cennete gitmek için, çocuk parklarını, yiyecek ve muhabbet dolu lokantaları, gençlerin neşeyle oynadığı top sahalarını, belediye otobüslerini, okulları, sinemaları, her dinden insanın gelip gittiği hava meydanlarını, tarihi şehirlerin ferah meydanlarını havaya uçuran, bu güzelim dünyayı -Paris’ten İstanbul’a, Brüksel’den Bağdat’a- cehenneme çeviren dincilerin saldırıları ekseninde, yirmi birinci yüzyıl başında İslam’ın yine ve yeniden tarifi tartışmaları yükselmiş. Bu kanlı dönemeçten çok evveli -tıpkı o bizim yalnız dağların içindeki gibi-, cennet de cehennem de bu dünyadadır diyen bir Kaygusuz Abdal, şu yakınlarda da -99 sene evveli- bir Harabi varmış.