Dağ II: Kahramanın  ve kadının adı var mı?

Askerlik ölmeyi göze almayı gerektirir. Ölmek kimse için kolay değil. Bu nedenle savaşanlar, yaptıkları işin kutsal olduğuna inanır ya da inandırılır. IŞİD’li için de kutsal bir iştir savaşmak, YPG/PKK’li için de, Türkiye ya da Suriye askeri için de.
Savaşan taraflar, masum insanları kötülerin elinden kurtardığına inanmak zorundadır. Ve yaptıkları savaşın bir şeyleri nihayete erdireceğine, kazanılacak zaferin ebedi olacağına inanmaları gerekir.

Çok açık ki, savaşan bütün taraflar haklı olamaz. Birisinin tarafı kutsalken diğerininkinin savaşı da aynı zamanda kutsal olabilir mi? Peki kutsalı, kutsal olmayandan, haklıyı haksızdan kim hangi kriterle ayırıyor?

Savaşta öncelik nedir?
Savaşlar bir şeyleri nihayete erdiremiyor, kazanılan zaferler yenilenlerin hıncını biliyor. Her savaş yeni bir savaşın gerekçesi oluyor. Yüzbir yıl önce başlamış I. Dünya Savaşı’nda yenilen taraflardan Almanya II. Dünya Savaşı’nı başlatmıştı. Almanya’nın sonunu biliyoruz. I. Dünya Savaşı’nda yenilen taraflardan Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı Türkiye II. Dünya Savaşı’na katılmadı ama bu, yenilginin acısını hazmettiği anlamına gelmedi ne yazık ki. Halâ Musul bizimdi, Ege’deki adalar bizimdi diye söylenmeye devam ediyor yeni Osmanlıcıların Türkiye Cumhuriyeti ama aynı zamanda Türkiye bizim de vatanımızdı diyen Ermenilerden hiç haz etmiyor. Almanya’nın II. Dünya Savaşı sonunda başına gelenler ya da eski Osmanlının hazin sonundan da ders almıyor yeni Osmanlıcı. Ve bütün bir ülkeyi yeni felaketlere sürüklemek için elinden geleni yapıyor. Tabii, onların da şöyle haklı bir yanları var: Savaşın kazananı Batı ülkelerinin, o topraklardan tek beklentisi doğal kaynakların sömürüsü. Benim daha çok nedenim var diyor yeni Osmanlıcı, oralarda bir tarihim ve soydaşlarım da var, diyor. Soydaşı sadece Türkmenle sınırlayarak, Arap ve Kürtü soydaştan saymayarak olsa da...


Peki gerçekten de masum sivil halkı kurtarmak savaşanların önceliği midir? Başımdan geçen bir olayı anlatayım. Rehberlik yaparken bir boğaz turu kaptanının Kıbrıs’ta bir kadın ve küçük çocuğunu kurtarmaktan duyduğu pişmanlığın hikayesini kendi ağzından dinledim. Kaptan bir ayağı aksayan, çok asabi biriydi. Onu yumuşatmak için sohbet başlattım. Konu aksak ayağına da geldi. Sakatlığı, Kıbrıs Savaşı’nda olmuştu. Rum bir kadın ve çocuğunu kurtarmak için harcadığı çaba, tehlikeli bölgede fazla vakit geçirmesine neden olmuş ve o sırada yaralanmıştı. Gurur duyulacak bu davranışından, kaptan şu sonucu çıkarmıştı: O Rum kadın ve çocuğu gördüğüm anda öldürmeliydim. Yumuşaklığım yüzünden sakat kaldım. Sakat kalmasından kendisini suçluyordu. Ve bu bitmeyen hesaplaşması onu çok asabi biri yapmıştı. Benzer şeyleri Vietnam Savaşı filmlerinde de görmüşsünüzdür. Amerikan askerleri sivilleri öldürmelerinin gerekçesini sabah köylü olarak gördüklerinin akşam gerilla olarak kendileriyle savaşmalarıyla meşrulaştırırdı. Savaşta sivilleri korumak bir efsanedir, savaş sivil - asker ayırt etmez.
Dağ-II filmi bütün bu yazdıklarımla ilgili. Muhalif bir Türk gazeteci kadını IŞİD’in (kendilerine İslam Devleti diyor bu örgüt) elinden kurtaran bir Türk birliğinin hikayesini anlatıyor film. Bu misyondan sonra film bir nevi “Yedi Samuray”a (ya da Muhteşem Yedili’ye) dönüşüyor. Yedi kişilik Türk timi, bir Türkmen köyünü IŞİD’in elinden kurtarma misyonunu üstleniyor.

İnsana dair her şey
Bu bir kahramanlık öyküsü. Türkiye’nin IŞİD’e yıllar boyunca verdiği destek filmin tartışma konuları içinde değil. “Arap ve Kürt denizi”nin ortasındaki Türkmen köylülerinin neden Arap ve Kürtlerden daha fazla soydaşımız olduğu da filmin konusu değil. Bunlar siyasetin konusu, askerin konusu değil, doğru. Ama filmdeki askerler ne yazık ki gerçek insanlardan olabildiğince uzak. Her asker, hangi ülkenin hangi davası için savaşıyor olursa olsun, bir tür kahramandır, kabul. Ölmeye ve öldürmeye giden insanlardan istenen çok, çok büyük bir fedakâlıktır. Ama kahramanlık hikâyelerinin içinde korkaklık da, vahşet de, bencillik de, acımasızlık da, kısacası insana dair her şey vardır. Dağ’ın kahramanlarının hikayesinde acımasızlık dışında her şey çok fazla iyi. Dağ’ın kahraman askerleri, görevleri dışına çıkarak, sivilleri kurtarmak için hayatlarını feda edebilecek denli fedakar. Bu tek boyutlu tipleri canlandıran oyunculardan iyi oyunculuk beklemek fazla iyimserlik olurdu. Ama Ufuk Bayraktar bu mucizeyi başarıp, gerçekten iyi bir oyunculuk sergiliyor. Diğer oyuncular mucize gerçekleştiremiyor. Çok beğendiğim bir oyuncu olan gazteci rolündeki Ahu Türkpençe de ne yazık ki iz bırakmıyor.

Filmde kadınların rolü
Filmin temsil ettiği Türk ordusu, bir arkadaşımın dediği gibi ordudaki son Atatürkçüleri temsil ediyor sanki. Dağ’ın askerleri seküler askerler. Atatürk’ün ordusunun büyük ölçüde Fethullah’ın ordusuna dönüşmüş olduğunu 15 Temmuz’da görmüştük. Filmde bunun izi yok. Ama Atatürkçü ordunun bastırdığı “Musul bizimdi” söylemi bu askerlerde de var.

Filmde kadınlara düşen rol başta kurtarılmayı beklemek. Kurtarıldıktan sonra az bir miktar frikik vermek de gerekiyor elbette. Ne de olsa kadınsın, biraz et göstereceksin! Daha sonra filmin kadınları da kahramanlık destanına katkıda bulunuyorlar. İlk Dağ filmi cinsiyetçi olması gerekçesiyle Altın Bamya ödülü almıştı. Filmin yaratıcılarının bu kez daha dikkatli olmak için çaba harcadıklarını biliyorum ama ne yazık ki ellerinden gelen yeterli değil ve halâ kusurlu.

Velhasılı kelam, Dağ II, Dağ I gibi bir asker güzellemesi. Farklı olduğunu iddia etse de Hollywood savaş filmleriyle akrabalığı çok. Birçok tez içeriyor, mesajları var. Bunlardan en güzeli çok sesliliğe açık oluşu; diğerlerinin bir kısmını tartıştım. Ama film, ikna edici bir öykü ve kahramanlar içermiyor ki asıl önemli olan bu.

Her şey bir yana, savaşlarda hayatını feda eden gençlerimize ben de selam ederim. Ve evet, benim için de kutsal olan savaşlar var.