Semih Özakça, paylaşılan bir fotoğrafında yatağında dinleniyor. Eşi yanında ona kitap okuyor. Başucunda bir sürü kitap var, hemen gözüme çarpıyor Berger’ın Hoşbeş’i. Ne hissetmiştir onu okuyunca? Nuriye Gülmen de okumuş mudur? Rosa uğrar belki oralara da

Dağınık Kortej

KERİM AKBAŞ

İsmini Rosa koydum. Terasın korkuluklarına konuyor her gelişimde, arada bir uçup/ salınıp ben gidene kadar bir şekilde oraya geri geliyor. Rakı içiyoruz terasta, çiçeklerin çoğu soldu, yağmur ve rüzgâr... İlkbahar denilen şey buralarda pek ilkbahar gibi geçmez, bir lezyondur ilkbahar Ankara’da.

Rosa bana birkaç şeyi anımsatıyor.

Üniversiteden arkadaşım Tuna, Cezayir’den telefon edip ‘’Burak kendini asmış,’’ dediği zaman aklıma Sabri Altınel’in, İnsan Açıklandı Artık isimli muazzam şiirinden birkaç dize geldi: ‘’Senin yalnızlığın gecenin ucunda/ Dağınık güzde/ Otun çığlığında çağrısında denizin/ Unutmam bunları unutmam’’… Burak Samsunluydu, altyapısında futbol da oynamıştı, Beşiktaş’la olan olaylı maçı anımsadım sonra da… Kaç kırmızı kart gördü Beşiktaş o maç, kaç gol yedi? Bunları onunla hiç konuşamadık ama bu başka yazıya konu ya da doğrudan bu yazıyla alakalı. Kırmızı kart çünkü haklılığımız da. "...Dil insanın kendisidir ve zihin hayatımız onunla vardır" diyor Tanpınar. Burak da mütercim-tercümanlık mezunuydu, sınıf arkadaşımdı. Diller… İşsizlik… Geçmiş zamanın hikâyesi… Burak iş bulamadığı için kendini asarken ve bunu bulabilmek için hiç kimseden yardım dahi istemezken Sabri Altınel’in şu dizesini çok yüksek ihtimalle okumamıştı: ‘’Çırılçıplak bir yürekle yürüdüm yaşama’’

Rosa’nın en sevdiği yer terastaki korkuluklardan sonra papatya saksısı. Şarkı söylüyor orada. Bazen uzun süreli kayboluyor ama tekrar gelip konuyor korkuluğa ya da papatya saksısına. Laf atıyorum, tatlı tatlı sataşıyorum, sesini daha da yükseltiyor.

Bir süredir teknik çeviri yapıyorum. Bir ön hazırlık hadisesidir, alanla ilgili inceleme yapılır: Maden Terimleri Sözlüğü’nü inceledim bu sürecin başlarında. ‘’Depresyon zayiatı’’ terimi var orada: Statik basınç azalması. İçinden hava geçen galeri, kuyu, hava borusu veya basınçlı hava boruları vb uzun eksenleri boyunca tespit edilen iki noktada ölçülen basınç değerleri arasındaki fark. Onu okuduktan beri aynı sözlükten başka bir şey okumadım. Nasılsın sorusuna iyiyim yanıtını verip suskunlaşanlar, Deleuze’ün şu cümlesini unutmasınlar: ‘’Ellerini cebine sok, görünmezsin.’’

Rosa’nın da bir fotoğrafı var, ben terasta yokken çekilmiş. Ne korkuluklarda ne saksıda, öylece uzakları seyrediyor her zamanki gibi. Ağzı kapalı, demek ki sesini yükseltmemiş ya da suskunluğuna denk geldi. Uçmuştur biraz sonra, süzülmüştür, gelip konmuştur tekrar oraya. Hava yağmurlu fotoğraf çekildiğinde, belki de bilerek susuyordur.

Keats’in hikâyesini bilir misiniz, bilmiyorum. 25 yaşına kadar. Öncesinde parasızlıktan evlenemiyor, tedavi olamıyor ve neşeli bir herif gibi görünse de son dönemlerine doğru içine kapandıktan kısa süre sonra kardeşini kaybediyor. Ode on Melancholy şiiri bu günlerin özeti gibidir. Keats, romantik şair, parasızlıktan kendi tedavisini bile yaptıramıyor. Yıllar sonra J. D. Salinger isimli bir herif, edebiyat tarihinin muhteşem karakterlerinden biri olan Seymour Glass, yani see more glass’a 6 yaşındayken şöyle yazdırıyor: ‘’john keats john keats john/ please put your scarf on.’’

Rosa’yı en son ne zaman gördüm? Terasta son bulunduğumda saat onun için çok geçti, Rosa görünmüyordu, müthiş rüzgârlıydı hava. Ankara dağınık bir kortejdir eninde sonunda: Hava henüz kararmıştı. Sabahtan beri rüzgâr vardı ve yağmıyordu. Yağmıyordu ve Ernest Hemingway 1926’da Güneş de Doğar’ı yazmasaydı, ben onu erkenden okumasaydım, savaşın biten bir şey olduğunu düşünecektim. Savaş bitebilir bir şey değil. Bunu ikili ilişkilerden uluslararası hukuka kadar günden güne daha da anladım. Yaşlandıkça, diyorum kendi kendime, yaşlanmanın ihtiyarlamak olmadığını da anladım. Ankara’nın Bahçelievler semtinde bir terasta, ağzına kadar çiçekle dolu bir terasta, kendini daha rahat hissettiği için geliyordu çünkü Rosa oraya.

John Berger’ın, Hoşbeş’teki o muhteşem Rosa’ya Armağan metni beni çok hazırlıksız yakaladı. ‘’Sana kibritleri, bu karanlık zamanlarda bu sayfaları yazarak gönderebilirim.’’ O metni kaç kere okudum bilemiyorum. O muhteşem metin bende bir ateşkesi tetiklemeye çalışsa da geçmişiyle bir anlaşma yapamayanların çok iyi bildiği o duyguyla o terasta arkadaşımı dinliyordum. 10 Ekim günü saçlarından arkadaşının et parçalarını ayıklayan bu arkadaşım, halen et yiyemeyen bu arkadaşım, serçeye ismi benim koymamı istemişti. Rosa’ya Armağan’ı okuduktan sonra, Rosa Luxemburg’u zaten okumuşken, o serçenin ismini başka bir şey koyamazdım. Doğrusu, Berger koydu onun ismini.

Üst katlara yuva yapıyor güvercinler. Balkonuma çıktığımda gördüğüm o yeni doğmuş güvercinin yukarıdan, yuvasından düştüğü çok açık. Birkaç tüyü yeni çıkmış, karnı inanılmaz şişmiş, hareketsiz yatıyor. Tüm bunların üzerine ölü bir yavru güvercin var balkonda. Rosa’yı da uzun zamandır görmedim.

Semih Özakça, paylaşılan bir fotoğrafında yatağında dinleniyor. Eşi yanında ona kitap okuyor. Başucunda bir sürü kitap var, hemen gözüme çarpıyor Berger’ın Hoşbeş’i. Ne hissetmiştir onu okuyunca? Nuriye Gülmen de okumuş mudur? Rosa uğrar belki oralara da.

‘’Hareket etmeyen, zincirlerini fark edemez’’ der Rosa Luxemburg. Anısına yazdığım şiiri 2011’de bir şiir buluşmasında okuduktan sonra Ahmet Telli ‘’Kerim, ne iyi ettin de okudun,’’ demişti ‘’Rosa benim için de çok değerlidir…’’ Ardından, orada Ahmet ağbinin okuduğu şiirden iki dize, final diye okuyalım bundan sonra: “Sen sus artık, bize bundan sonrasını/ Dövüşen anlatsın”