Bu yıl Dağlarca’nın yüzüncü doğum yılı. Bu nedenle Yasemin Arpa bir belgesel hazırlamış...

Bu yıl Dağlarca’nın yüzüncü doğum yılı. Bu nedenle Yasemin Arpa bir belgesel hazırlamış; ‘Dağlarca Burada’, Beşiktaş Belediyesi’nin desteğiyle gerçekleştirilen belgeselin, Beşiktaş Kültür Merkezi’nde geçen hafta gösterimi yapıldı.

Bizde genellikle insanların ölüm yıldönümleri anılır. Bir şairin yüzüncü doğum yılının anılması kutlanası bir emek işi. Gazeteci ve yazar olmanın yanı sıra televizyoncu yönü de olan Yasemin Arpa, derli toplu bir belgesel ortaya çıkarmış. Belgeselde, Dağlarca ile ilgili yirmiden fazla şair ve yazarın tanıklığını izliyoruz. Yazı dünyamızdan, farklı ve önemli isimler. Şairle ilgili değişik görüşleri var. Ama hepsinin ortak noktası Dağlarca’nın büyüklüğü!

Dağlarca’yı tanıma onuruna eriştim. Dahası, onun torpilli konuğuydum. “Başkalarına çay, buna kahve!” derdi yardımcısına. Kahveyi şairliğimle değil, avukatlığımla hak ettiğimi söylerdi.

Dağlarca’nın ilk kitabı ‘Havaya Çizilen Dünya’ 1934 yılında yayınlanmış. Kendi anlatımıyla babasının zoruyla subay olmuş ama ona inat Harbiye’den mezun olduğu yıl ilk şiir kitabını da yayınlamıştır. Sonrası, ölümüne kadar yazma serüveni. 2008 yılında doksan dört yaşında ölmüştür.

Dağlarca’nın büyüklüğü şüphesiz. Ama bir o kadar da yalnızlığı vardır. Bunu belgeseldeki tanıkların sözlerinden ve sözlerin satır aralarından da anlıyoruz. Dağlarca’nın yalnızlığı büyüktür. Ölümünden iki yıl öncesine kadar evine haftalık ziyaretlerim olmuştu. Dağlarca’ya gittiğimi öğrenenler hep çok şaşırmıştır; “Şu şair Dağlarca mı, ölmedi mi, yaşıyor mu?” Onun şiirini sevdiğini söyleyenlerin bu soruyu sorması da acıydı.

Dağlarca niçin yalnızdı?

Dağlarca çok yazdı. Bazılarının eleştirdiği bir üretkenliği vardı. Hilmi Yavuz’a bir konuşmada “Kalemi tutamıyorum” demiş. O kalemi yönlendiren kalp tutulamıyordur asıl. Çok yazmak zordur. Ama bu çoklukta bir çoğaltmadan öte, kendini dünyanın dört yanıyla ve tüm acılarıyla birlikte düşünmek vardır. Şairin onlarca kitabının içinde, ‘Cezayir Türküsü’, ‘Vietnam Savaşımız’, ‘Hiroşima’, ‘Nötron Bombası’ gibi adları olanları görürüz. Dünyanın neresi acıdıysa, oraya ilişkin şiir yazmıştır. Şairdir ve bundan doğal ne vardır? İşte şiirini yazarken, kendinden asla ödün vermemiştir. İşte bu yüzden yalnızdır. Pazarı ve piyasayı dikkate almamış, bekleneni, ortalama beğeniyi avlayacak olanı değil, kendi şiirini yazmıştır. Çünkü şair vicdanına sahiptir. O vicdan onu yalnızlaştırmıştır.

Çok iyi biliyorum ki, yaşasaydı şimdi Kobane’yi de yazardı. Kendi Kobane’sini ama… Günümüzde ne yazık ki pek çok yazarın kendini gömdüğü derin konformizm içinde “yazarın dünyanın vicdanı olduğu” gerçeğini unutması gafletine düşmezdi. O gaflet ki, dünyanın vicdansızlığına çok fazla tuğla taşımaktadır. Pek çok sayın yazar ve şairimiz, ölülerin edebiyata ihtiyacı olmadığı gerçeğini unutmuşa benziyor. Dünyanın daha önce görmediği bir vahşet yaşanırken, bürokratik konformizmle idare ediliyor. Arşimed noktamızı gizlemeyi öyle iyi başarıyoruz ki, ne acılar ne de başka bir şey bizleri yerimizden kımıldatamıyor. Ne yazık! Ne yazık ki böyle davrananlar çok kalabalık; Dağlarca yüz yaşında ve yalnız...

Haftaya dize; “Eskidikçe ıslaklaşan, yağmurlar” (Eyüp Yaşar, Eşyanın Tabiatı, YKY)