Siyasal İslamcı bir iktidar tarafından ‘şeriat’ düzenine doğru çekiliyoruz. Bazı yaklaşımlar burjuva siyasal yönetimleri arasındaki farkları önemsiz bulsa da, Türkiye’nin, kendine özgü ve AKP eliyle gelişen şeriat tehlikesine karşı koymaktan daha acil bir sorunu yok

Daha acil bir sorunumuz yok: Şeriat kurumsallaşıyor

BERKANT GÜLTEKİN

Türkiye’ye dışarıdan bakan biri Gülencilerin iktidarı ele geçirdiğini sanabilir. Öyle ki Fethullah Gülen hareketinin ismi devlet tarafından ‘FETÖ’ olarak tanımlanmadan önce, “Gülenciler devleti ele geçiriyor” diye yıllarını tüketen gazeteciler bugün Safsata düzeyindeki delillerle tutuklu yargılanırken, “Fethullah Gülen bu ülkenin değeridir” diye Meclis’te konuşma yapanlar hükümet sözcülüğüne kadar terfi ettiriliyor. FETÖ soruşturmalarının gerçekten FETÖ’cüleri ya da FETÖ’ye destek verenleri hedef almaktan öte, siyasi bir amaç doğrultusunda kullanıldığının ve esas belirleyici faktörün iktidara destek verip vermemek olduğunun bundan daha net bir kanıtı olamaz. Teoride adaleti sağlamak adına iktidardan bağımsız bir güç olması gereken Türk yargısı, yurttaşlara şu mesajı veriyor: “Hayatınız boyunca FETÖ’ye destek verip vermemeniz ya da FETÖ’ye muhalefet edip etmemeniz önemli değil. Bugün iktidarın yanında durursanız vatansever, durmazsanız potansiyel bir FETÖ’cü hainsiniz” (Bkz: Hüseyin Gülerce’nin ‘tanık’, Ahmet Şık’ın ‘sanık’ olması.)

Bu durum tek bir şeyi gösteriyor: Siyasal İslamcı bir parti olan AKP, bir başka siyasal İslamcı yapı olan FETÖ ile gerçek anlamda hesaplaşamaz. Zira FETÖ ya da herhangi bir siyasi yapıyla hesaplaşmak, örgüt kadrolarını ya da örgütle ilgisi olmayan kimi insanları hukuki olmayan ‘öç alma’ yöntemleriyle cezalandırmak demek değil; tam tersine hukuki bir soruşturma ve kovuşturma sonucunda örgütün nasıl güç kazandığını tüm detaylarıyla kamuoyuna gösterebilmektir. AKP ise bunu yaparsa kendi sorumluluğunun hukuki düzlemde tespit edileceğini bildiğinden, doğru olan yöntemi kullanmak yerine “idam” söylemleriyle toplumsal nefreti körükleyerek gayri hukuki bir sürecin psikolojik altyapısını yaratmayı tercih etti. Bunun yanında FETÖ sepetine muhalifleri de koymak istedi. Neticede soruşturmalar sulandırıldı ve örgütle gerçek bir hesaplaşmanın zemini ortadan kaldırıldı.

daha-acil-bir-sorunumuz-yok-seriat-kurumsallasiyor-327870-1.

Diyanet’in evlere şenlik raporu
AKP’nin Gülencilerle gerçek anlamda hesaplaşamamasının nedeni iktidarı kaybetme korkusuyla sınırlı değil. Bunu AKP açısından olanaksız kılan, iki yapı arasındaki ideolojik akrabalık. Diyanet tarafından birkaç gün önce açıklanan “Kendi Dilinden FETÖ - Örgütlü Bir Din İstismarı” başlıklı rapor, bunun en sıcak göstergelerinden biri. Raporda Fethullah Gülen’in on yıllardır sürdürdüğü din sömürüsünden bahsediliyor ancak bu gerici örgütün nasıl palazlandığı konusunda devletin sorumluluğundan ve özellikle AKP iktidarının son 15 yıldaki özel konumundan hiç söz edilmiyor. Rapor, sanki Cemaat hiç AKP desteği olmaksızın insanları kandırmış ve faaliyet yürütmüş izlenimi vermeye çalışıyor. İktidarın sosyal devleti bitirerek yoksulları Gülenciler ve benzer tarikatların kucağına ittiği gerçeğine bir satır bile yer verilmemiş. Devlet aygıtını ele geçirmek için Gülencilerle ortak yapılan tasfiyeler, iktidarın savcı rolü üstlenmesi ve darbecilere verilen kadrolar hakkında herhangi bir vurgu da yok.

Raporu açıklayan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in ‘özeleştiri’ niyetine söyledikleri de hayli ilginçti. Görmez şöyle dedi: “FETÖ elebaşını daha önceden neden ifşa etmediğimiz sorgulanmak istenmektedir, sorgulanmalıdır. Bu özeleştiriyi hep yapageldim. Ama bu sorumluluk sadece diyanete sadece din alemlerine mi aittir? Akademinin görevi yok mudur? Bir tane master bir tane doktora tezi yapılamaz mıydı? Yapıldı ama övgülerle dolu tezler yapıldı maalesef. Bu sorumluluktan elbette kaçamayız. Ancak bu duyarlılıkta ifrat ve tefrite kaçmamalıyız.”

Sanki Cemaat kimseye çaktırmadan büyümüş, kimse “Yahu bu Cemaat devleti ele geçiriyor” dememiş, kitaplar, köşe yazıları ve makaleler yazılmamış, bunları yazanlar ve söyleyenler hapse atılmamış, aynı yıllarda AKP’li hükümet yetkilileri tarafından Fethullah Gülen’e “hocaefendi” denilmemiş gibi...

Cemaat, Türkiye’de siyasal İslam’ı kurumsallaştıran iki temel aktörden biri olduğundan, örgütün politik pratikleri kadar teolojik pratikleri de AKP iktidarını rahatsız etmedi. Gülen yıllarca ‘büyük bir din adamı’ olarak AKP’liler tarafından saygı gördü. Bir gün geldi, devleti çalanlar onu paylaşamadı. Ne zamanki politik ortaklık bozuldu, o zaman teolojik yaklaşım da sorgulanmaya başlandı. Oysa insanları din adına kandıran ve kendini peygamber yerine koyarak Allah’la konuştuğunu iddia eden bir şarlatanın saçmaladığını tespit etmek için 249 insanın hayatına mal olan bir darbe girişimini tecrübe etmeye gerek yoktu. En başta akıl çerçevesinden bakılsaydı, Cemaat’in herkesin gözü önünde gerçekleştirdiği mantık dışı faaliyetler rahatlıkla fark edilebilirdi. Ama böyle olmadı; çünkü siyasal İslamcılar için politik çıkar her zaman belirleyiciydi ve din de bu çıkara uygun bir biçimde yorumlandı.

Bugün Cemaat, FETÖ diye adlandırıldıp ‘terör örgütü’ kategorisine konulmuş olsa da, hem Diyanet’in hem de iktidarın bakış açısı gösteriyor ki Türkiye’de tarikatlaşma tehlikesi sona ermiş değil. Geçtiğimiz günlerde bir açıklama yapan CHP İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal; İçişleri, Adalet ve Sağlık Bakanlıkları’nın Menzil Tarikatı‘nın elinde olduğunu söyleyerek, “Emniyet mensupları tayin ve terfi alabilmek için Menzil’den referans alıyor” dedi. Menzil gibi daha birçok tarikatın devletin çeşitli kademelerinde ve hizmet alanlarında etkin olduğu biliniyor.

Şer’i hükümler kanun halini alıyor
Toplumsal tabanda gericiliğin mevzilerini çoğaltmak için atılan adımlar da hız kesmiyor. Müftülüklere verilmek istenen nikâh kıyma yetkisi bunlardan biri. Yasa TBMM’den geçerse Bakanlığın yetki vereceği il ve ilçe müftülükleri artık evlendirme işlemlerini yapabilecek. Yanı sıra Meclis’e sunulan Nüfus ve Vatandaşlık Tasarısı’nda yer alan hükümler ile çocuk istismarı ve tecavüz evliliklerinin önü açılıyor. Tasarıda, “sağlık personelinin takibi dışında doğan çocukların nüfus bildirimi, nüfus müdürlüklerine sözlü beyan ile yapılır” hükmü yer alıyor. Böylece küçük yaşta doğum yapanlar devletten saklanabilecek ve tecavüzcüler gizlenebilecek. Ya da imam nikâhlı üçüncü-dördüncü eş doğum yaptığında, bebekler resmi nikâhlı eşin çocuğu olarak nüfusa kaydettirilebilecek.

Daha önce toplumsal tepki nedeniyle geri çekilen istismar tasarısından da anlaşılacağı gibi, siyasi iktidar şer’i hükümlerin anayasal karşılıklarını üretip OHAL ortamından faydalanarak bunları kanunlaştırmak istiyor. Eğitim alanında da benzer uygulamalar hayata geçiriliyor. Evrimin altı boşaltılarak cihat eğitimine alan açıldı. Konuyla ilgili yorum yapan AKP’li Meclis Milli Eğitim Komisyonu Üyesi Ahmet Hamdi Çamlı, yeni müfredatın içeriğinde yer alan ‘cihat’ kavramı için, “Cihat bilmeyen çocuğa matematik öğretmenin faydası yok” diyerek iktidarın anlam dünyasını açığa vuran önemli bir çıkış yaptı. Bilimde, teknolojide ve sanayide dışa bağımlılığı yaratan, tam da emperyalizmin istediği gerici zihniyet işte bu. Çamlı, cihat bilmeyen Batı ülkelerinin matematik ve fizik bilgileriyle bize sattığı milyar dolarlık teknolojilerin ve Türkiye’nin bu bağımlılık ilişkisinden gördüğü zararın farkında bile değil. Zira cihattan haberi olmayan toplumların ellerinde bulundurdukları bilgiyle dünyaya hükmettikleri gerçeği, Çamlı ve onun partisi açısından geleceği karartmak kadar çekici görünmüyor.

daha-acil-bir-sorunumuz-yok-seriat-kurumsallasiyor-327871-1.

Siyasal İslam’da giriş, gelişme ve sonuç
Bugüne kadar siyasal İslam’ın giriş ve gelişme bölümlerini izledik. Giriş kısmında AB standartlarına uyum başlığı altında bir 'demokratikleşme' fenomenine, gelişme kısmında ise devleti bir başka gerici yapı olan Gülen Cemaati’yle birlikte ele geçirme hamlelerine tanıklık ettik. İktidar şimdi hikâyenin sonuç kısmını şekillendirmeye çalışıyor. Yukarıda yalnızca son günlerdeki gelişmeler ışığında küçük bir kısmını resmedebildiğimiz adımlar, bu sonuç sekansının parçaları. Meselenin daha oturaklı bir şekilde anlaşılması için bir alıntı yapmak yerinde olur. Fransız Siyaset Bilimci Oliver Roy, Türkçe’ye 'Küreselleşen İslam' olarak çevrilen çalışmasında, İslamcı rejimlerin gelişim potansiyelleri ve varabilecekleri nihai noktayla ilgili şu değerlendirmede bulunuyor:

“… Müslüman ülkelerdeki rejimler iki gelişim ihtimaliyle karşı karşıya kalıyor. Bunlardan biri, Ghassan Salame’nin terimini alırsak, ‘demokratsız demokratikleşme’dir. Bu durumda, çoğulculuğun ve açık bir siyasal alanın yerleşmesi, toplumsal alanın dönüşümüyle bir arada yürüyerek (yeni girişimcilerin ve modern kadroların ortaya çıkması) modern parlementarist pratiklerin kökleşmesine yol açacak, geleneksel dayanışma ağlarının mantığını zayıflatacak ve dolayısıyla hüküm sürmekte olan oligarşileri tartışma konusu yapacaktır. Diğer gelişme ise aksine, yerleşik iktidarların, iktidar yapısına dokunmayacak olan geleneksel değerlerin yeniden vurgulanması programını hedefleyerek, muhafazakâr ve apolitik yeni fundamentalistleri kurullarına almalarıdır; bir yandan da halk desteğini sağlamak için, Eylül 2001’de Mısır’daki ‘eşcinseller’in mahkemeye verilmesinin de gösterdiği gibi, ‘Batılı değerleri’ reddedeceklerdir. Ama tam da Pakistan ve Suudi Arabistan’da yürütülen bu politika, zikredilen değerlerle ABD’yle ittifak içinde olmak arasındaki çelişkiyi güçlendirerek cihatçı yeni-fundamentalizmin gelişmesine yol açmıştır (İranlı muhafazakârların Washington’la her tür yakınlaşmaya şiddetle karşı koymaları bu nedenledir). Bununla birlikte rejimlerin çoğu bu yola girmiştir (Radikal İslam’a baskı uygulaması, dinsel kurumların devletleştirilmesi, her tür demokratik açılımın reddedilmesi); ne yerleşik rejimlerin ne de yeni-fundamentalistlerin cevap verebileceği siyasal katılım talebine bağlı yeni bir bunalımı geciktirmeye uğraşmaktadır.” *

AKP iktidarı da işte bu ikinci yolda. Bu nedenle asla unutulmaması gereken bir gerçeklik var. Siyasal İslamcı bir iktidar tarafından ‘şeriat’ düzenine doğru çekiliyoruz. Tüm siyasal muhalefet biçimleri, bu gerçek bir saniye bile olsun akıldan çıkarılmadan oluşturulmalı. Aydınlanma değerleri ile laiklik içselleştirilmedikçe ve bu kavramlar siyasal mücadelenin etkin pratikleri haline getirilmedikçe ‘tarikatlar düzeni’nden kurtulmak çok mümkün değil. Laiklik hedefinin ‘halkı ürküttüğünü’ düşünerek bu konuda pasif tutum almak, laiklik ile ‘inanç düşmanlığı’ arasındaki farkı ortaya koyamama beceriksizliğinin kabulü ve kolaycılığa kaçmaktan başka bir şey değil.

Bazı yaklaşımlar burjuva siyasal yönetimleri arasındaki farkları önemsiz bulsa da, Türkiye’nin, kendine özgü ve AKP eliyle gelişen şeriat tehlikesine karşı koymaktan daha acil bir sorunu yok. AKP’nin geriletilmesini tali pozisyona düşürecek her türlü hamleden uzak durmak toplumun menfaatine olur. Ülkenin bağımsız; hayatın ise adil, barışçıl, demokratik ve özgürlükçü bir hal almasının yolu bu tehlikenin savuşturulmasından geçiyor.

Dipnot:
*Oliver Roy, Küreselleşen İslam,
(Metis Yayınları: 2003), Syf 190.