Dönemi inceleyen bazı tarihçiler ve kriminoloji uzmanları cinayetlerin Londralıları o kadar da korkutmadığını söylüyor. “O yıllarda Londra’yı, daha doğrusu üst tabakadakileri asıl korkutan Karındeşen Jack değil; yaklaşmakta olduğu sanılan devrim korkusuydu” diyorlar.

Daha iyi hikâyelerimiz

SEMİHA DURAK

Sevdiğim yazarlardan biri geçenlerde sosyal medya hesabından “Harika bir haber, sonunda iflas etmişler” diye duyurdu. Beş yıl öncesine ait bir fotoğraf da paylaşmıştı haberle birlikte. Daha çok kadınlardan oluşan bir topluluk, Londra’daki bir müze önünde bir araya gelmiş; müzeyi protesto ediyordu. Fotoğrafın merkezinde duran kadın sımsıkı tuttuğu kartonu havaya kaldırmış, olanca gücüyle bağırıyordu. “Daha iyi hikâyelerimiz var” yazıyordu kartonun üzerinde. Kadının sesini duyar gibi oldum ve kendimi fotoğrafa, sonra da altında yazılanlara kaptırdım.

İflas ettiği iddia edilen müzenin sahibi, belediyeye planlama izni başvurusu yaparken müzenin misyonunun Doğu yakasındaki kadınların tarihini anlatmak olduğunu belirtmişti. Fakat bunun koca bir yalan olduğu müze açılınca anlaşılmıştı. Doğu yakasında yaşayan kadınları değil, onları acımasızca öldüren bir seri katili, Karındeşen Jack’in (Jack the Ripper) hikâyesini anlatan bir müzeydi ortaya çıkan. Siyah peleriniyle sislerin arasında kaybolan gizemli bir kahraman gibiydi katil.

Kadınların öldürülmesi dünyanın her yerinde yaşanan bir gerçeklikken, cinayetlerin eğlence pazarına dönüştürülmesi ve bir seri katilin gizemli bir kahramanmış gibi anılması nasıl kabul edilebilirdi? Protesto eden kadınların müzenin varlığına karşı çıkışlarındaki bir diğer nokta ise kadınların tarihinin yalnızca ‘mağduriyet hikâyeleriymiş' gibi yansıtılması, güçlerini gösterdikleri hikâyelerin ise yok sayılmasıydı. Doğu yakasındaki kadınların “değişimin temsilcileri” olduğu gerçeği gözardı ediliyor, bilinçli, sistemli bir şekilde gizleniyor, belki de bu tür kurban hikâyeleriyle kadınlara gözdağı veriliyordu. “Katilleri değil, tarih boyunca şiddete direnen kadınları anmak istiyoruz” diyordu protestocu kadınlar.

Peki kimdi bu şiddete direnen ve değişimin temsilcisi olan Doğu yakası kadınları ve neydi daha iyi olan hikâyeleri? 1888 yılında, Karındeşen Jack cinayetlerinin işlendiği günlerde ne yapıyorlardı?

Bu soruları sorarak başladığım zaman yolculuğunda bir dizi makale ve bir sürü siyah beyaz fotoğraf çıktı karşıma. Hepsi de “Kibritçi Kızlar”dan söz ediyordu. Bildiğim tek kibritçi kız eski bir masalda donarak ölen “yoksul ve zavallı” bir çocuktu ve yine bir “mağduriyet hikâyesi” olarak kazınmıştı aklıma. Yıllarca Andersen’den Masallar ile uyutulmuş kız çocuklarından biriydim ben de. Bir ara Sophie’nin Dünyası’nda açgözlü işadamının arazisini “Komünist olacağım hiç aklına gelmemişti değil mi” diyerek yakan kibritçi kız karakteri ile bu “zavallı” imaj sarsılır gibi olmuş, ama bu karakterin gerçek olabileceği aklıma bile gelmemişti. Meğer Sophie’nin hayalindeki gibi bir kibritçi kız değil, Kibritçi Kızlar varmış gerçek hayatta. 1888 yılında. Londra’nın Doğu yakasında. “Komünist olacağımız hiç aklınıza gelmemişti değil mi" diyen bin 400 kibritçi kız! Üstelik tam da Andersen’in o “zavallı kibritçi kız” masalını yazdığı dönemde Kibritçi Kızlar görkemli bir direnişle çok büyük bir zafere imzalarını atmış, bize ısrarla unutturulmaya çalışılan bir tarihi onlar yazmışlardı.

1888 yılının temmuz ayında bir öğleden sonraydı. Doğu yakasındaki bir kibrit fabrikasında çalışan kibritçi kızlardan 200 kadarı Fleet sokağındaki bir gazete binası önünde toplanmışlardı. Arkadaşlarının işten atılmasını protesto ermek için onlar da işi bırakmış ve bir hafta önce röportaj için görüştükleri gazeteci kadından yardım istemeye gelmişlerdi. En küçüğü 12 yaşında olan kibritçi kızlar korkunç koşullarda uzun saatler çalışıyor ve çok az para alıyorlardı. Kibrit üretiminde kullanılan beyaz fosfor çene kemiklerinde kansere, gözlerinde kalıcı hasara yol açıyor, saçlarını döküyordu. Hikâyelerini katıldığı bir toplantıda öğrenen gazeteci Annie Besant, fabrika işçileriyle görüşmüş ve öğrendiklerini ‘Londra’da Beyaz Kölelik’ başlığındaki haberiyle halka duyurmuştu. Haber üzerine küplere binen fabrika yönetimi kızlardan fabrika koşullarının iyi olduğunu beyan eden bir mektup imzalamarını istemiş, kabul etmeyenleri de işten atmıştı. Kibritçi kızların bir anda alevlenen isyanı greve dönüştü. Grev başladığında örgütlü olmayan Kibritçi kızlar ilk sendikalarını kurdular. Üç hafta süren grev sonunda fabrika çalışma koşullarını ‘belli ölçülerde’ iyileştireceğini, işten atılan işçileri yeniden işe alacağını söyledi. Onlardan beklenmeyen bir şeyi başarmışlardı. Kazanmışlardı. Birbirlerine sarıldıklarında soğuktan donmanın mümkün olmadığını anlamışlar, yeni keşfettikleri bu dayanışma gücüyle ne pahasına olursa olsun bir arada durarak acımasızca dayatılan ekonomik düzenin pasif kurbanları olmadıklarını göstermişlerdi. Fabrika yönetimine korkusuzca direnen kibritçi kızların başarılı grevi, işçi sınıfına sahip olduğu güce dair yeni bir farkındalık getirmişti. İşçi hakları hareketinde ve sendikacılık tarihinde başlangıç noktası kabul edilen Liman Grevi’ni organize eden liman işçileri aslında kibritçi kızlardan ilham alarak örgütlendiklerini söylüyorlardı. Vasıfsız işçiler ve kadınlarla ilgili tüm önyargılara meydan okumuştu kibritçi kızlar.

İşte tam bu meydan okuma günlerinde Doğu yakasında bir başka hareketlilik başlamış; Karındeşen Jack denilen bir seri katil sahneye çıkmıştı. 31 Ağustos 1888’de ilk kurbanı kabul edilen Mary Ann Nichols cinayetini işlemişti. Katilin yalnızca kadınları öldürdüğü cinayetlerini kibritçi kızların mahallesinde işlemesi ve cinayetlerin zamanlaması içimdeki dedektifi hemen harekete geçirdi. Bir bağlantı yakalayacağımı düşünerek belgeler arasında 'kazı yapmaya' devam ettim. Ama kurbanlardan hiçbirinin fabrika ya da işçilerle doğrudan bir ilişkisi bulunamamıştı. Bu yüzden var olan kaynaklarda, cinayetler ve kibritçi kızlar arasında bir bağlantı olduğunu gösteren açık bir kanıta rastlayamadım. Fakat Louise Raw’ın kibritçi kızların greviyle ilgili yazdığı detaylı kitabında karşıma ilginç bir bilgi çıktı. Yazar bir gazete haberinden alıntı yapıyordu. Grev başarısından üç ay sonra, kibrit fabrikasına Karındeşen Jack olduğunu ima eden ama nedense John Ripper olarak imzalanmış bir mektup gönderilmişti. Mektubu gönderen her kimse kibritçi kızları tehdit ederek korkutmaya çalışıyordu. Ama Karındeşen Jack’ın işlediği cinayetler de fabrikaya gönderdiği tehdit mektubu da bir işe yaramamıştı. Birilerinin kibritçi kızların gücünden korktuğu açıktı.

Dönemi inceleyen bazı tarihçiler ve kriminoloji uzmanları cinayetlerin Londralıları o kadar da korkutmadığını söylüyor. “O yıllarda Londra’yı, daha doğrusu üst tabakadakileri asıl korkutan Karındeşen Jack değil; yaklaşmakta olduğu sanılan devrim korkusuydu” diyorlar.

1880'lerde İngiltere’de işsizlik seviyesinin inanılmaz yüksek olduğu hatta “işsiz” kelimesinin ilk kez bu yıllarda Oxford sözlüğüne girdiği biliniyor. İşsiz kesimin dışında bir de ne kadar çalışırsa çalışsın yine de insani koşullarda yaşayamacak kadar yoksul olan başka bir sınıf daha vardı ve onlar için uydurulan ‘residuum’ terimi de yine bu yıllarda sözlüklerde yerini almıştı. Jack London'ın ‘Uçurum İnsanları’ diye söz ettiği bu sınıfın ‘merkez üssü’ işte bu aynı Doğu yakasıydı. Kendilerini içinde yaşadıkları görkemli imparatorluktan ayırıyor “Biz Açlığın İmparatorluğuyuz” diyorlardı. Kimilerinin umutla kimilerininse korkuyla beklediği devrimi de Doğu yakasındaki bu yoksul halkın başlatacağı düşünülüyordu.

Tüm bunlara rağmen beklenen olmadı... Nedenleri yüzyıldır uzun uzun konuşuluyor.

Aradan geçen bunca zamana, şu anki distopik manzaraya karşın yine de umudunu kaybetmeyenler var. John Charlton bunlardan biri. İngiliz işçi sınıfı ile sendikacılık tarihini incelediği ve kibritçi kızlara gönderme yaparak “Bir Kıvılcım Gibiydi” adını verdiği kitabında, 132 yıl öncesine bakarak “O zaman olduysa yine olabilir” diyor.

Ben de inanmak istiyorum buna ama hayal gücümün sınırlarını her seferinde biraz daha daraltarak çiziyor hayat. Yine de bildiğim tek şey, asıl meselenin kibritçi kızların birbirlerine sarılarak yakaladığı o eşsiz sıcaklığı ve bütün gücün aslında kendilerinde olduğunu keşfettikleri o büyüleyici anı yeniden hatırlayabilmek olduğu.

İşte ancak o zaman; tarihin derinliklerinde kaybettiğimiz o eşsiz sıcaklığı yeniden bulduğumuz “daha iyi hikâyelerimiz” cebimizdeyken dağıtmak mümkün olabilir pelerinli katillerin kahraman edasıyla cirit attığı o sisli karanlıkları.