Geçen haftaki yazımda bahsettiğim Çehov’un öyküsündeki Profesör gibi, Hermann Hesse de geçmişin daha iyi ya da daha kötü olduğuna dair görüşlere katılmadığını, ‘İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez’ adlı kitabında yazmıştı: “Gelecekte şimdikinden ‘daha iyi’ bir insanlığın var olacağını sanmıyor, insanlığın falan zamanda daha iyi, filan zamanda daha kötü olduğuna inanmıyorum. İnsanlık nasılsa öyle kalmıştır hep.”

Gerçekten öyle mi, insanlık nasılsa öyle mi kalmıştır? Eva Illouz, ‘Soğuk Yakınlıklar’ kitabında, bu görüşe katılmaz. Ona göre, insanın duygusal yaşamı, kapitalizmle birlikte ciddi bir biçimde değişmiştir. Peki ama nasıl? Yapılan çalışmalar, orta sınıf kadın ve erkeklerin, hem çalışma hem de özel hayatlarında duygusal hayatlarına odaklanma zorluğu yaşadıkları yönünde. Kapitalizm ve tüketim toplumuyla birlikte yeni bir duygusallık kültürü ortaya çıkmış durumda.

İlginçtir, Illouz, bu yeni duygusallık kültüründe psikanalizin özel bir rolü olduğuna inanıyor. “Terapötik duygusal tarz” dediği bu durum, en derindeki kimlik sembollerini yeniden düzenleyen psikanaliz sayesinde oluşmuştu yazara göre. Freud’la birlikte normal ve patoloji arasındaki sınır belirsizleşmişti, hiç gündemde olmayan ‘sıradan’ ve dünyevi benlik, artık esrarengiz ve erişilmez olmuştu. Psikoterapi kuramlarının çoğuna göre, kişi tam ve eksiksiz bütünlüğe hiçbir zaman ulaşamayacaktı. 19.yy psikiyatrisi normal ve patolojik olanın sınırını ne kadar net çizdiyse, 20.yy’da o sınır o kadar belirsizleşmişti.

Psikanaliz, psikoloji, nöroloji ve psikiyatri arasında benzersiz bir köprü kurup, kültür endüstrisi aracılığıyla edebiyattan sinemaya her alana girmiş ve şekil vermeye başlamıştı.

Illouz’un yazdıkları üzerine düşerken psikanalist Karen Horney’nin 1932’de ABD’ye göç ettikten sonraki yazdığı gözlemlerini hatırladım. Horney, Avrupa’da ABD’deki kadar nevrotik rahatsızlıklara rastlamadığını, pek çok kültürün iç içe geçmesinden kaynaklı olarak ABD’de insanların nasıl yaşayacaklarını bilemediklerini gözlemlemişti. Horney için nevroz, normalden sapma anlamına geliyordu. Avrupa’nın köklü kültürü, insanların yaşamlarını nasıl sürdüreceği ve nasıl hissedeceklerine dair pek fazla boşluk bırakmıyordu. Günümüzde, Horney’nin ABD’de gözlemlediği durum, küreselleşmiş gibi görünüyor. Illouz’un tespitlerini düşününce, aslında psikanaliz bu yeni duygusallık kültürünü, tüketim toplumunun neden olduğu sorunlara bir çözüm olarak yaratmıştır diyebiliriz. Üstelik, Karen Horney gibi pek çok psikanalist, kapitalizmin dayattığı rekabetçi ve hırslı birey modeline de karşı çıkıyor ve bu modeli ruhsal rahatsızlıkların nedenleri arasında gösteriyordu.

Yine de, psikanalizin kavramları ve yöntemleri, sistem tarafından iştahlı bir biçimde araçsallaştırıldı, eğitimden orduya, çocuk yetiştirmeden sorgulama tekniklerine, pazarlama stratejilerinden siyasi propagandaya yaşamın her alanına sokuldu.

Illouz’un endişesi, gittikçe yayılan bu terapötik dilin, duyguları yönetilebilir kılarak otantikliği engellemesi. Illouz, yine de, benliğin akılcılaştırılıp metalaştırılması ve duyguların yeni bir sermaye türüne dönüştürülmesiyle, psikanalizin insanı özgürleştiren gücünün yan yana düşünülmesi gerektiğini özellikle belirtiyor. Psikoloji, her bilim dalı gibi, kimin hangi amaç için kullandığına göre anlam kazanıyor. Yakın ilişkilerimizi standardize eden ve genelleştiren dilden ne kadar uzaklaşırsak ve iç dünyamızı nesneleştiren yaklaşımlardan ne kadar uzak durursak, o kadar duygusal yaşantımızın zenginleşeceğini ve canlılaşacağını iddia ediyor Illouz.

İnsanlık, nasılsa öyle kalmadı. Hermann Hesse kadar karamsar değilim, gelecekte insanın ‘daha iyi’ olacağına dair ümidimi her şeye rağmen koruyorum.