Daha filmi, insanın ontolojik olarak kötü olduğu inancını, belki fazlaca da ayırdına varamadan, yeniden üretiyor. Bu bağlamda da o korkunç edimleri yapanların “zihniyetini” istemeden de olsa “anlaşılır” ya da “insanın olağan hali” kılıyor

Daha ya da “Mizantropi” üzerine

Aslı Daldal - Sinema Yazarı, Akademisyen

Özcan Alper’in hüzünlü ve lirik Sonbahar filminden hatırladığımız başarılı oyuncu Onur Saylak yönetmenliğe soyunmaya karar vermiş ve Hakan Günday’ın Daha adlı romanından esinlenerek bir film çekmiş. Sinematografik açıdan filme getirilebilecek çok fazla eleştiri yok aslında. Gerçekten de usta yönetmenlere taş çıkartırcasına, mükemmel bir sinema diliyle, oyuncularından da maksimum performans alarak filmini kotarmış Onur Saylak. Gerek mekan kullanımı, gerek rap müziğin dinamizmi ve renk seçimleriyle melodramatik, yorucu hikâyesini hayatın içine yedirmiş gibi de duruyor. Hatta film, benzer tarzdaki boğucu yapımların aksine (son 15 dakikasına kadar) hiç de “klostrofobik” değil ve bu bağlamda seyirciye zulüm de etmiyor. Ancak ne yazık ki bütün bu yorumlar, Saylak’ın filmine hazırladığı inanılmaz “mizantropik”(insan sevmez) sonla yerle bir oluyor ve bize de bu satırların devamını yazmak düşüyor.

Daha filmi savaştan kaçan göçmenleri taşıyan insan tüccarı acımasız, her şeyin “para” olduğunu düşünen Ahad ve onun İstanbul Erkek Lisesi’ni kazanacak kadar zeki olan, ama her nedense sonunda babasından bile beter olmayı seçen oğlu Gaza’nın hikâyesine odaklanıyor. Filmin mizantropi eksenli felsefesi aslında en baştan beri filmin her yanında ara ara kendini belli etmekte. İlk sahneden “tarihte insanın kullandığı ilk alet… başka bir insandı” şeklindeki veciz ama tarihsel olarak “yanlış” ifade ile karşılanırız. Filmin akışı boyunca özellikle Ahad’ın ağzından dinlediğimiz her şeyin “güç ve para” olduğu nidalarının yanı sıra, filmin baş anlatıcısı Gaza’nın (artık büyümüş) sesinden duyduğumuz “hey mülteci zaten başka bir ülkeye kaçsan ne olacak ki, herkes senden nefret edecek, gittiğin mahallede emlak fiyatları düşecek” sözü de fazlasıyla “genelleştirilmiş” bir nefret hissiyatını filme yedirir. Yine de Gaza’ya kendilerince kol kanat geren ve görece “iyi kalpli” insan kaçakçısı kardeşler, Gaza’nın çocukça hayalleri, babasına rağmen kazandığı lise sınavı, babasının annesiyle sevişmek için öldürdüğü mülteci çocuğa karşı geliştirdiği edilgen ama içli hassasiyet filmi izlenir kılar. Ta ki Gaza, “madem kaçamıyordum o zaman ben de bu deliğin Tanrı’sı olmaya karar verdim” diyene kadar. Filmin bundan sonraki bölümü, film sonlanana dek Gaza’nın gittikçe artan ve mantık sınırlarını zorlayan sadizmini yansıtır. Gaza bu konuda okadar ileri gider ki, göçmenlerin hava aldıkları yegane kapağı kapatarak onları adeta ölüme mahkum eder ve çırpınışlarını kameradan izler. Aslında filmin asıl sorunlu yanı seyircinin özdeşleştiği ve bu bağlamda “umut”u yansıtan genç Gaza karakterini de kötülere katarak tüm umudu yok etmesinden de öte, Günday’ın kitabından aldığı çok çarpıcı uzun bir tiradı üst ses (Tanrı’nın sesi) olarak sunmasıdır. Özetle şöyle der üst ses: “…Dünya yüzünde yaşayanlar, bir şekilde hayatta kalanlar, soykırımlardan, katliamlardan, sürgünlerden sağ çıkanlar, hep en korkak, en acımasız, en kötülerdi, ya ben ya o diyenlerdi…” Bu noktadan sonra artık sözün bittiği yere geliriz, çünkü artık hikâye Ahad ve Gaza’nın tekil yaşantılarının değil, varolan bütün insanlığın kısa bir özeti, adeta insan olmanın “lanetli” halinin bir dışavurumu haline gelir. Varolan ve varolmuş, bir şekilde hayatta kalmayı becermiş olan herkes bir “kötülüğün” meyvesidir. Ontolojik bir meseledir artık bu: Gaza kendini savunamamış bir kurbandan da öte, zaten “hep varolagelmiş” ve artık neredeyse kural olmuş nefret edilesi bir insan portresinin gerçekçi hikâyesi olarak sunulur: Katışıksız bir “mizantropi” örneği olarak…

Bu noktadan itibaren kısaca insan nefreti yani “mizantropinin” ne ifade ettiği ve nasıl bir siyasal kurguya hizmet ettiği üzerine birkaç yorumda bulunmak istiyorum. İnsan doğasına bakış, siyaset felsefesinin temel taşlarındandır. İnsanı “olumlu”, en azından “eğitilebilir” gören düşünce okulları çok daha barışçı, paylaşımcı, dayanışmacı toplum modelleri üzerinde yoğunlaşır. Daha iyi bir gelecek için çalışma şevkine sahip bu öğretiler arasında Platon’un Devlet’inden, Rousseau’nun doğrudan demokrasisine, Marx’ın “üreten, çalışan insanını” temel alan, yabancılaşmamış emeğin olası kılındığı toplum modeline kadar pekçok örnek sayılabilir. “İnsan” toplumsal rolleri, içinde yaşadığı siyasal, iktisadi sistem içindeki konumlanışı ile şekillenir. Oysa insanın “kötü” olduğunu savlayan felsefi kuramlar, insanı siyasal, toplumsal ilişkilerinden azade bir şekilde, cennetten kovulmuş, “düşmüş” bir varlık olarak kurgular ve bu düşmüş varlığın tek kurtuluşunun “Tanrı Devleti” olduğunu varsayarlar. Rönesans’la beraber bu metafizik insan nefreti kendine daha “materyalist” bir veçhe bulur. Makyavel ve sonrasında Hobbes’la devam edecek olan, “insan insanın kurdudur” ve tek gerçek “güç siyasetidir” anlayışına evrilir. Bu arada kapitalizm ve onun mülkiyetçi toplum ilişkileri de hızla gelişmektedir.

Mizantropi modern çağda özellikle Nietzsche, Heidegger, De Man gibi düşünürlerin “hiççi”, karamsar felsefelerinde de kendine sağlam bir temel bulur. Onur Saylak’ın filminde bahsettiği o katliamları, sürgünleri, vahşetleri hiç acımadan yapan insan güruhu temelde bir tür “mizantropiden” beslenir. Çünkü onlara göre insan acınası bir varlık değildir. İnsan kötüdür; o zaman her şey mübahtır. Güce tapmanın, faşizmin, ırkçılığın, otoritaryanizmin ve bilimum siyasal vahşetin temelinde benzer bir “mizantropi” vardır. “Kimseye acımam” felsefesi, kimsenin özde “iyi olmadığı”, herkesin sadece güç çekişmesinde “yenen-yenilen” ekseninde anlam kazandığı bitmek bilmez bir savaşı ifade eder. Kısacası insan doğasına “mizantropik” yaklaşım temelde gerici, siyasal olarak tutucu, faşizan bir dizgeye kadar uzanabilir. Tabii ki bazı insanlar büyük vahşetlerin mimarı olmuştur; ancak insanı “toplumsal ilişkileri içerisinde” anlamaya çalışmak, insana ontolojik (ve bu bağlamda da felsefi olarak fazlasıyla “idealist”) bir kötülük atfedip durmaktan daha aklıselim bir yaklaşımdır.

Daha filmi, insanın ontolojik olarak kötü olduğu inancını, belki fazlaca da ayırdına varamadan, yeniden üretiyor. Bu bağlamda da o korkunç edimleri yapanların “zihniyetini” istemeden de olsa “anlaşılır” ya da “insanın olağan hali” kılıyor.

Ve geriye eleştirilecek, mücadele edilecek fazla bir alan bırakmıyor. Ayrıca tarih boyunca ve günümüzde onca haksızlığa, adaletsizliğe dişleriyle, tırnaklarıyla, bedenleriyle direnenlere, işgal altındaki diyarlarda tankların önüne yatanlara da (en hafif tabiriyle) haksızlık ediyor.