Deleuze’den biliyoruz ki kaçmak ne kımıldamaktır, ne de tam manasıyla seyahat etmek. Hiç kımıldamadan yolculuk yapabilir, olduğumuz yerde kaçabiliriz. Zaten sorunlarından, duygularından kaçan kişilerin açmazı da burada gizli, ne kadar kaçarsa kaçsın, kaçtığı her şey onu takip eder. Yaşamdan kaçılmaz, yaşama doğru kaçılır.

Deleuze ve Albert Camus’nün ortaklaştığı nokta, insanın daima, yazdığından, düşündüğünden, yaşadığından daha fazla bir şey olduğu, tüm belirlenimlerin ötesinde… Kendi hakikati üzerine düşünen birey, o hakikatten başka bir şeye dönüşebiliyorsa, özgürleşebilir. Bizi kendimize mıhlayan, olduğumuz kişiye bizi hapseden hakikatler üzerine düşünerek mıhlandığımız yerden çıkabildiğimizde… Bunun için önce içsel ve dışsal gerçeklik arasındaki sınırı koruyabilmemiz gerek. Eğer zihinsel yaşamımız çok fazla gündelik hayatla meşgul olursa, dışarısıyla arasındaki sınır kaybolursa, kendi imkânlarını o denli yitirir. Sanat, felsefe, edebiyat, bu yüzden hayati bir öneme sahip. Kişisel gelişim endüstrisinin neden olduğu sorunlardan biri de, maalesef iyi-oluş’a dair kalıplar, reçeteler sunması. Varoluşa dair her tür reçete, bir belirlenim, bir kalıp ve bir mıhlama girişimidir aslında. Bizim mıhlanmaya değil, özgürleşmeye ihtiyacımız var.

Belki günlük tutma, zihinsel yaşamla gündelik olan arasında bir sınır koyma girişimi olarak düşünülebilir. Ortaokul zamanlarımdan beri günlük tutma ihtiyacımı, bu sınır koyma çabasıyla açıklayabilirim. Yaşadıklarıma günlük aracılığıyla bir mesafeden bakmak, kendi iç sesimi dinlemek, benim için halen büyük bir ihtiyaç. Ancak yazarak, kendi hayatıma mesafelenebiliyorum, bu sayede beni kendime mıhlayacak duygu ve düşünceleri görüp kaçış çizgilerimi tespit edebiliyorum. Psikoloji, felsefe ve edebiyat okumalarının söylediği şey, umutsuzluğun bir yanılsama olduğu, nasıl yaşarsak yaşayalım içimizde ve dışımızda her zaman daha fazlasının bulunduğu olmuştu. Benzer bir sonuca Todd May’in de ulaştığını okumuştum, ‘Deleuze, Bir Birey Nasıl Yaşayabilir?’ kitabında: “Nasıl yaşarsak yaşayalım, daima daha fazlası vardır. Bir bedenin neler yapabileceğini bilmiyoruz, nasıl yaşayabileceğini de. Memnuniyetin (başardım) ve ümitsizliğin (artık gidecek bir yer yok) alternatifleri aynı hatalı düşüncenin iki yüzüdür; yani bize sunulan var olandır. Oysa daha fazlası vardır, daima daha fazlası.”

Aslında her birimizin ayrı ayrı kendi kaçış çizgilerini keşfetmesinin, mıhlandığı kimliklerden özgürleşmesinin dünyanın geleceğini belirlediği de bir gerçek. İktidarların dünyada kamplaşmaları teşvik etmesi, insanları sahip oldukları kimliklere sabitleme arzusuyla ilgili. Türkiye’de de benzer bir durum var. Ne kadar karşı taraf kimliğine sabitlenirse, o denli gücüne güç katmış oluyor iktidar. Son pandemide de gördüğümüz gibi, dünyayı ince bir zar gibi saran uygarlığımız çok hassas bir yapıya sahip. İnsanları içten içe saran ümitsizlikle birlikte bu hassaslık, iyice artmış durumda. Nükleer savaşa, bir asteroidin gelip çarpmasına ya da yaşanacak kıtlığa sıra gelmeden bir virüsün her şeyi sona erdirebileceğini biliyoruz artık. Bu denli hassas ve kırılgan bir uygarlıkta, küresel olarak ekonomik ve kültürel yapıların yetersizliğini, ancak bireysel ve toplumsal kaçış çizgilerine sahip olduğumuzda görüp aşabiliriz. Ama hakikatlerden kaçarak değil, hakikatlere kaçarak, kalıpların dışına çıkma cesaretini birbirimize aşılayarak…