Ben bir sosyalistim. Hiçbir zaman tersini söylemedim ve yapmadım. Sosyalist siyasetin ve mücadelenin, kimlik temelli değil, sınıf esaslı olarak benimsenip sürdürülmesi gerektiğine inanıyorum. Mücadele sınıf pusulasından vazgeçmeyen bir çizgide ilerlemeli.

Daima sosyalist

HAZIRLAYAN: LÂTİFE METLİ TÜRKYILMAZ

Ülkenin en iyi üniversitelerinde okuyan zeki gençlerdi. İsteseler çok daha konforlu ve rahat hayatları olabilirdi. Oysa onların daha büyük hayalleri vardı. Halk için en güzel hayatı istemek ve halkın umudu olmaktı hayalleri. Kocaman devrimci bir tarihe imza attılar. Gelen kuşaklarda gençliğin zihnine kazındı isimleri. Doğan bebeklerin adlarında yaşadılar.

Seyhan Erdoğdu... Devrimci Gençlik hareketinin önde gelen isimlerinden biri. Üniversitede onun verdiği ve hayranlıkla izlediğim ekonomi politik dersi geliveriyor aklıma. Akıcı bir üslupla sömürüyü anlatırken kalplerimize dokunurdu. Genç, atak, bilgili, devrimci ekonomi asistanı Seyhan. Sömürüye karşı sınıf mücadelesi vurgusuyla yaptığı konuşmalar ders verdiği amfilerin ağzına kadar dolu olmasını sağladı. O anlattıkça fikirler kanatlanır, seslenir, bir coşku ve merakla, seçmeli ders adeta kampusun dört bir yanına yayılırdı.

KARADENİZLİ KALDI

Tokat Erbaa doğumlu. Ama kendini Karadenizli sayıyor. Anne Giresunlu, baba Kafkas göçmeni olunca, “İşte beni anlatan deniz odur” diyor Karadeniz için. 1957 yılında Ankara’ya gelmiş, ama ona göre hâlâ Karadenizli. Ankara Kız Lisesi son sınıftayken, öğrenci değişim programıyla Amerika’ya gitmiş, bir yıllık programın sonunda liseyi orada bitirip dönmüş. İngilizceyi orada öğrenmiş.

BÜYÜK BAŞLANGIÇ

En çok istediği okul ODTÜ, bölüm ise iktisat. Bunu başarır. 1964’te ODTÜ’ye, 65’te ODTÜ Öğrenci Derneği yönetim kuruluna girer. Heyecanlı dönemler. “Antiemperyalist eylemler, emek yanlısı mitingler. Nerede bir ABD karşıtı eylem var orada geçerdi hayatımız” diyerek özetliyor o günleri. Sık sık gözaltına alınırlar.

Ceplerinde birer sinema bileti... Yakalanırlarsa, ‘sinemaya gidiyordum beni aldılar, işte biletim’ diyorlarmış: “Yayınlar, bildiriler, mitinglerde konuşmalar, eylemler... 68 dönemini tüm yoğunluğuyla yaşadık. İşçi köylü eylemlerinin yanı sıra halkla daha iç içe olabileceğimiz zeminler yaratırdık. Ben de Zonguldak’a gitmiştim madencilerin yanına, bir ay kaldım. İşçi tulumu giyip yeraltına indim. Yerin yüzlerce metre altında sürünerek ocakta ilerlerken, kömür karasının kokusunu, adım adım elde kazma ile kömür çıkarmanın çilesini hissettim. Her alanda örnek olma kaygısı güderdik. Devrimci dediğin okulda, her yerde ve her alanda çok başarılı olur. O yüzden derslerinin de iyi olması lazım” diye anlatıyor o günleri.

SOL YAYINLAR ÖNEMLİYDİ

Sormadan duramadım. Okulda seçmeli ders olarak klasik iktisat değil de Nikitin’in Ekonomi Politiği’ni anlatmanı ODTÜ Rektörlüğü nasıl karşılamıştı, bir müdahale olmuş muydu?

Yüzünde bir buruk gülümsemeyle cevaplıyor; “Hiçbir müdahale olmamıştı. O yılları düşününce anlıyorsun üniversite özerkliği neymiş. Hoca da asistan da öğrenci de memnun, çünkü farklı bir ufuk açılıyor önümüze. Sol Yayınları sosyalist düşünce açısından büyük bir aydınlanma getirdi. Lenin’den çeviriler yapılmıştı, kısmi olarak Mao’dan vardı, Engels çevrilmişti. Felsefede, edebiyatta, dünya tarihinde geniş bir okuma alışkanlığı oluşuyor, düşünce alanını zenginleştiriyordu. Nasıl ki Cumhuriyet kuşağına dünya klasikleri, Varlık Yayınları, Köy Enstitüleri eliyle iletilen dünya kültürü o kuşağa bir aydınlanma getirmişse, bizim kuşak için de Sol Yayınları, sosyalist düşünce açısından büyük bir aydınlanmanın yolunu açmıştı.

Yıllar sonra İlhan’ın dövülerek öldürülmesinin, o inanılmaz kinin, egemen sınıfların, paramiliter grupların, 12 Eylül’ün faşist yöneticilerinin içinde büyüttüğü o hıncın arkasında o dönemde yaşanan o aydınlığa duyulan kin vardı.

“Daha iyi yaşanılası bir ülke istediğimize tüm kalbimiz ve beynimizle inanırdık. O düşüncenin temelinde de antiemperyalist ruh vardı. Kent soylu bir gençlik hareketiydik. O dönemin bir ayağı kuşkusuz öğretmen, işçi, aydın çevrelerdeydi. Cumhuriyet kuşağının çocuklarıydık biz. Hem Cumhuriyet’e hem emekçilere kol kanat germek istedik. Dünyayı anlıyor ve değiştirmekle sorumlu hissediyor. Bizim kuşağımız açısından bir tür varoluşsal bir seçim. Varlığımıza anlam katıyordu. Bir de merhamet duygusu ki, çok güçlüydü bizim gibi gençlerde.

YÜZ ÇİÇEK AÇSIN...

O dönemde de hep olduğu gibi işsizlik, yoksulluk, geniş emekçi yığınlarının bir ömür boyu düşük, yetersiz ücretlerle çalışıp çabalaması, yapılan zulümler, dünyada var olan bütün o büyük yalanlar ve aldatmacalar, doludizgin sürüyordu. Bayağılıklar, iğrençlikler, asırların kiri ancak sosyalizm ile temizlenebilir ve değiştirilebilirdi.

Sınıf bilincine ulaşan devrimci bir kuşaktık. Düşünüyorum bugünün ortamında imkânsız. Baskı altına alınmış üniversite ortamında bu tür gelişmeler çıkmaz. Sendikaların kurulması, işçi eylemleri, öğretmen örgütlenmesi çığ gibi büyüyüp gelişiyordu. Mao’nun dediği gibi; yüz çiçek açsın bin fikir filizlensin. Ruh halimizi en güzel ifade eden durum buydu."

BİR HAYAT, İKİ DARBE

daima-sosyalist-943905-1.
Seyhan Erdoğdu​

Seyhan iki askeri darbeyi de iliklerine kadar yaşar. 12 Mart darbesini ODTÜ’de asistanken karşılar. “Aydınlık Sosyalist Dergisi’nin kurulmasında ve yönetiminde yer aldım. 68 kuşağının devrimci gençlerinin Ankara kuşağı yakın arkadaşlarımdı, hepsiyle de iyi arkadaştık. Pek çoğunu kaybettim…” diye anlatırken gözlerinde mahzun bir gölgelenme geçiverir…

İki davadan yargılanır. Darbe dönemidir. Filizlenip gelişen fikirler susturulmalıdır. Gençliğin hak arayıp sorması, daha güzel bir dünyayı düşlemesi, emeğin örgütlenmesi bıçak gibi kesilsin, ezilsin istenir.

“Bir yangın ormanından

püskürmüş, genç fidanlardı

Güneşten ışık yontarlardı,

sert adamlardı

Hoyrattı gülüşleri,

aydınlığı çalkalardı

Gittiler akşam

olmadan, ortalık karardı”

dese de şair, onların parıltısı hiç bitmedi. Kalplerindeki tükenmez ışığı ülkenin her köşesine saçtılar

1974 yılında cezaevinden çıktıktan sonra yaşadıklarını anlatıyor; "12 Mart sonrasında; benim de, birçoğu eğitimine ara vermek zorunda kalmış arkadaşlarımın da, karşı karşıya kaldığı en büyük sorun işsizlikti. Başvurduğun tüm kapıların yüzüne kapanması, iş bulamamanın yarattığı gerginlik, insanı adeta boğan geçim sıkıntıları yaşadık. Cezaevinden çıkmak, özgürlüğe kavuşmak önemliydi ama ötesi de vardı. Devrimci ozan arkadaşım Metin Demirtaş, Voltada Türkü adlı anlamlı ve güzel şiiri adeta bizler için yazmıştı.

Günün dolar bir gün sen de

Özgürlüğü bir gelin gibi

takıp koluna

Çıkarsın

Başlar yeni maceran güneşte

Başlar işsizlik

O en büyük hapishane"

Yaptığı iş başvurularından eli boş döner, hiçbir üniversite onu almaz, o ‘özerk-bağımsız’ üniversiteler yok olmuştur. Sol görüşlü basın yayın kuruluşlarına yaptığı başvurular da olumsuz sonuçlanır. Bu zor günler, Kanada Büyükelçiliği’nde iş bulmasıyla noktalanır.

“Yetmişli yılların ikinci yarısında eşim Vahap Sol Yayınları’nda çalışmaktaydı. Örgütlü sol yapıların her hangi birinde yer almamakla birlikte, genel olarak devrimci mücadele içindeydik. O yıllar faşist saldırıların yoğunlaştığı, faşistlerin devrimci aydınları, gençleri, sendikacıları fütursuzca katlettiği bir dönemdi. Ankara’da oturduğumuz Maltepe semtinde de çeşitli faşist saldırılar yaşanmıştı. Eve gelip giderken, sokakta yürürken sürekli çevremizi kollamak zorundaydık.”

KAYBEDİLEN DOSTLAR

Darbeyle birlikte aniden “sakıncalı” olduğu akıllara gelir ve Kanada Büyükelçiliği’ndeki işinden çıkarılır. Faşizm bütün şiddetiyle saldırmaktadır. Tutuklamalar, işkenceler, gece baskınları. Zulmün en şiddetli günlerinden birinde yakın arkadaşı İlhan Erdost katlediliyor, ne kadar zor olsa da bu faşist cinayeti tüm dünyaya duyurma görevi ona düşüyordu. Başlar yeniden iş arama macerası bu defa yurtdışında iş yapan bir inşaat firmasında, tüm satın almadan sorumlu ticaret müdürü olarak göreve başlar. Hiç bilmediği bu alanın işleyişini ve tüm operasyonlarını-dış ticaret, banka, nakliye, sigorta, ürün tanımlaması vb. uygulamaları öğrenmek için gece yarılarına kadar çalışır. Hacmi milyonlarca dolar olan işi sorunsuz yürütmeye başlar, yurtdışı yasağı da vardır, uzaktan telefon ve telekslerle işleri yönetir.

Seksenli yılların başında başlayan özel sektörde yöneticilik serüveni, bir başka inşaat şirketinde sürer, iş arkadaşları, yöneticiler, çalışma koşulları iyi, bir şikâyeti yok, ama…

İşleri düzeltti ama rahat değildi. Yeni bir macera... Yol İş sendikasıyla yolunun nasıl kesiştiğini şöyle anlatıyor;

"Kırk yaşına gelmiştim ve karar vermeliydim. Sosyalisttim, ben bu değildim ve artık emek örgütlerinde çalışmalıydım. Bir geçim uğruna bir ömrü böyle nasıl geçirirdim? Bir gazetede gördüğüm "sendikaya dış ilişkiler uzmanı aranıyor" ilanının Yol İş Sendikası’na ait olduğunu öğrendim ve göreve talip oldum. 1988’de özel sektördeki görevimden ayrılıp tam zamanlı olarak Yol İş’te çalışmaya başladım. Çok iyi bir ekip ve sendikacılar vardı. ‘89 bahar eylemleri, işçi hareketinin yükselme dönemi, kadın işçiler bürosu. Alışmak zor olmadı. 2001 yılında Mülkiye’de hocalığa geri dönene kadar Yol İş’te çalıştım. Sonra da sendikalarla bağım daima sürdü. 30 yılı aşkın bir süredir de işçi hareketinin içindeyim.

AZ VE YALNIZ DEĞİLİZ

Derin bir yalnızlık duygum yok. Çoğunluğun bir parçası gibi de hissetmiyorum o ayrı, ama yalnız da değiliz. Tarihimizi düşününce, belirli dönemlerde etkili olduk Türkiye siyaseti içinde. Aralarda da yalnız olmadık, insanlarla bağımız oldu. Devrimci mücadelenin isimsiz kahramanlarını düşün, öğretmenleri düşün, işçileri, sendikacıları, gazetecileri, meslek örgütlerindeki fedakâr arkadaşlarımızı düşün, hiç yalnız değiliz."

BEN BİR SOSYALİSTİM

Kendini bir iki cümle ile anlatmanı istersem neler söylersin, diye soruyorum; "Ben bir sosyalistim. Her zaman sosyalist oldum. Hiçbir zaman tersini söylemedim ve yapmadım. Dün de sosyalisttim bugün de. Altmışlı yıllardan bu yana, 68’lilerin büyük çoğunluğu gibi: Birincisi Mustafa Kemal hareketini ve Cumhuriyet’i bir sosyalist olarak yorumluyor, onun devrimci ve ilerici karekterini o gün de bugün de tarihsel anlamda tespit ediyorum. İkincisi, sosyalist siyasetin ve mücadelenin, kimlik temelli değil, sınıf esaslı olarak benimsenip sürdürülmesi gerektiğine inanıyorum. Mücadele sınıf pusulasından vazgeçmeyen bir çizgide ilerlemeli."

12 MART’TAN DİRENİŞ VE HÜZÜN DOLU KESİTLER

Çok sayıda arananlar listesinde, aranan az sayıda genç kadından biriydi, fotoğrafları duvarlara asıldı. Doğrusu gizliden gizliye o kadınlara gıpta edilir, onlarla gurur duyulur, gazetelerden yaşam hikâyeleri okunurdu. O vakit ne yaptığını soruyorum. Diyor ki; "Hukukun olmadığı bir düzende ne olacağını bilemiyorsun. Kaçaklık yıllarım başladı. Ben kaçakken Dev-Genç iddianamesi yayımlandı. Dev-Genç iddianamesinde ilginçtir, ‘benim bu konuları çok iyi bildiğim’ yazıyor. Bir eylem yazmıyor, olmaz bir şey dedik. Sürekli kaçaklık düşünmüyordum. Yurtdışına gitme ihtimali olabiliyordu ama tercih etmedim. Ankara’ya döndüm. Bu süreçlerde oğluma eltim ve annem baktı. Ankara’ya döndüm, gözaltına alındım. Eşim yurtdışına gitmek istedi, olmadı. O da sınırda yakalandı. İki davadan yargılandım. Dev-Genç ve Aydınlık Sosyalist Dergisi davaları. İkisinden toplam 17 yıl verdiler. Afla çıktık.

Yıldırım Bölge’de kaldık. Kazıkiçi Bostanları diye anılırdı, Ankara’da Dışkapı’nın oralarda askeri bir bölge. İki koğuşumuz vardı karşılıklı. Büyük bir asker koğuşu gibi. Çift kat ranzalar ve bir de köşede tuvalet, hamam yoktu. Hamama götürürlerdi bizi. Behice Boran’la aynı koğuştaydık. O dönemin en kritik unsuru işkence tabii. Koğuşa gelmek, tutuklanmak bir mutluluk kaynağı oluyordu. Yıldırım Bölge Koğuşu’ndan anımsadıklarım da çok az. Çok gençtik. Çokça gülerdik. En kötü günler arkadaşlarımızın koğuştan alınıp işkenceye götürülmesi. Koğuştaki sıra dayakları dışında, içerideki kendine güven ve inanç çok güzeldi. Sen orada doğrusun yanlış değilsin ki. Kötü günler de oluyordu. Ama ben hep o güldüğümüz günleri hatırlıyorum. Bu bir direnme şekliydi belki de…

DİRENÇ BİZİ AYAKTA TUTTU

Direnme ruhu bizi ayakta tutardı, güçlenirdik. Açlık grevleri yapardık mesela. O çok yıpratıcı olurdu. Birkaç defa açlık grevi yaptık. Gerçekten açlık grevinin vücudu ne kadar tükettiğini sonra o günleri hatırlayınca anlıyorum. Yemek yemediğimiz gibi şekerli su falan da içmezdik. Sadece su. Ve müdahale edilecek kadar aç kalmıştık. En uzun olan bir tanesinde koğuştan birini yeniden ifadeye götürdüler. Yeniden ifade işkence demek. Hemen o vakit toplu greve geçilirdi. Gülüyorduk ama zordu… Cezaevinde olmayı, açlık grevindeyken bile umursamıyorduk ama beden için çok yıpratıcıydı… Erkek arkadaşların kafalarının derisi yapışırdı adeta, zayıflıktan. İskelete dönerlerdi.

Çok çok uzun yıllar ben 68’i konuşamadım. Derin bir hüzün duydum hep. Bir yanımızda hüzün hiç eksik olmuyor. Evet derin bir üzüntü duyuyorsun, sadece 70’li yıllarda değil ki, 80’li yıllarda da çok kayıp var, Doğan Öz mesela, çok iyi bir hukuk insanı hem de çok yakın, çok sevdiğimiz bir arkadaşımızdı. Bize gelmiş ve “bunlar beni öldürecekler” demişti. Kahraman, pırıl pırıl bir savcı... Bir o savcıya bak, bir de bugünkü savcılara... Böylesine hukuka ve demokrasiye sahip çıkan biriydi.”

ÖMÜRLERİNİ HALKA ADADILAR

daima-sosyalist-943904-1.

Nihayet o an geliyor Mahirleri ve Denizleri soruyorum. Onları anlatırken yüzünde parlayan ışıktan gözlerim kamaşıyor. En iyisi sözü burada ona bırakıyorum. "Onların hepsi, 68 de 78 kuşağı da büyük resmin içinde hiçbir çıkar gözetmeden emperyalizme karşıydılar, kapitalizme karşıydılar, sosyalizmden yanaydılar. Halktan yana emekten yanaydılar. Gerisi ayrıntıdır. Canlarını ve ömürlerini varlıklarını feda edecek kadar dürüst, kişisel çıkar gözetmeyen insanlar. Bugünün siyasetine bakınca duruşları ne kadar değerli; yolsuzluk, ahlaksızlık, yetim hakkı, küçücük emekçi çocukların yüzlerini düşünüyor, madenlerde ölen gencecik bedenler, iş kazaları, bunca zulüm, merhametsizlik geliyor gözümün önüne. Bir de o var ki, emeğin bayrağı var, tertemiz parlıyor." İşte hayatının hiçbir döneminde sosyalizmden vazgeçmeyişini böyle anlatıyor.