Uzun bir aradan sonra BirGün okurlarıyla yeniden buluşmaktan duyduğum memnuniyetle başlamak isterim. Daha çok güncel ve tarihsel sosyoloji alanında düşüncelerimi paylaşacağım, bu buluşmaya aracılık ettikleri için BirGün gazetesi emekçilerine teşekkür ederim.

Bu ilk paylaşımın konusu biraz kişisel sayılabilir ama gerçekte toplumsaldır. Annemden ve dolayısıyla Dersim’im kayıp kızlarından söz ediyorum. Gazeteye bu ilk yazımın yayını annemin ölüm yıldönümüne denk gelince kendisinin de zaman zaman okuduğu BirGün’de onu anmak daha da anlamlı oldu. Annem, 23 Haziran 2019’da akşam, Sayın Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini kazandığının belli olduğu saatlerde son nefesini vermişti. Bu hüzün, o günkü sevinci de bütün diğer hüzünleri de unutturacak kadar güçlüydü.

Annem (Huriye Aslan), kamuoyunun Nezahat ve Kazım Gündoğan’ın İki Tutam Saç belgeseli ile hatırlayacağı Dersimli kayıp kız çocuklarından biriydi. Tertele (katliam) zamanlarında annesiz, babasız, kardeşsiz büyümek zorunda bırakılan neslin bir üyesiydi. Son nefesine kadar bu öykünün izlerini anlattı. Şimdi, kendi topraklarında Dersimli kız çocuklarının öyküsünü dünyaya hatırlatıyor.

Dersim 38, ara ara ‘gündeme’ getirilen ama umumiyetle geçmişe ait bir mazi olarak bırakılması tercih edilen; yine de ayırt edici nitelikleriyle unutulması imkânsız kitlesel kırım deneyimidir. Resmi verilerden çıkarılabilen sonuçlara göre bu kırımda 20 bin dolayında insan öldürülmüş, 20 bin dolayında insan da sürgüne gönderilmiştir.

Dersim’in kayıp kız çocuklarının öyküsü bu modern vahşetin bir parçasıdır. Samsun’da, daimi olarak iki askerin görev yaptığı ve Türkan, Ayhan ve Nurhan adlarında üç çocuğu olan bir üst düzey kamu görevlisinin evine, Ovacık’ın bir dağ köyünden bir kız çocuğunun getirilme öyküsü ne tekildir ne de tesadüf. Bugün artık yüzlerce örneği bilinen bir politik edimdir.

Ben, uzun zamandır bu en çaresiz kuşağın öykülerini dinledim. Sadece bir politik tahayyülün cereyan etme biçimini değil, aynı zamanda Dersimli kız çocukların ömürlerine yüklenen o ağırlığı nasıl taşıyabildiklerini anlamaya çalıştım. Açıkça söylemeliyim ki binlerce sayfalık kitapların bile anlatmakta kifayetsiz kalacağı ağır yükler yüklenmiştir bu ömürlere. Huriye’nin, Altun’un, Sekine’nin, Fatma’nın ve daha yüzlercesinin.

Onlardan bir detayı paylaşmak isterim. Bir arkadaşım Dersim’in el konulmuş çocuklarından biri ile aynı binada ikamet ettiklerini söylemişti. Adı Müfide olan annenin hikâyesinden çok etkilenmiş ve bizi görüştürmek için girişimde bulunmuştu. Bir gün sabah saatlerinde heyecanla arkadaşımın İstanbul’da ikamet ettiği binaya girdiğimde olağandışı bir durumla karşılaşmıştım. Müfide Anne’nin yurtdışında yaşayan ‘milliyetçi’ çocukları bu buluşmayı engellemek için gerekli tüm tedbirleri almışlardı. O anları tarif edecek sözcüğüm yok. Bir süre bekledim orada, hiç değilse telefonla sesini duymak istedim Müfide Anne’nin. Mümkün olamadı.

Bu görüşme girişiminden yaklaşık bir yıl sonra Dersim’in bu kayıp çocuğu, ikamet mekanı bina yıkılacağı için çocukları tarafından oradan götürüldü. Bu apar topar gidişin ardından boşaltılmış ve kısmen sökülmüş binanın atık malzemeleri içinde, komşuları tarafından Müfide Anne’ye ait dört kıymetli şey bulundu: Eski çerçeveli bir fotoğrafı, ayakkabıları, çantası ve pasaportu. Bu öykünün anlamını bilenler için kıymetli dört hatıra…

Bunları, kendisi ve diğer Dersim’in kayıp kız çocuklarının öyküleriyle birlikte Dersim’de müze-kışlaya koymayı hayal etmiştim. Bu milliyetçi tarihin öteki yüzünü gösterebilelim diye. Ama ne mümkün! Bu vesileyle Dersim Müzesi’nde bu coğrafyanın yüzyıllık toplumsal tarihi yoksa diğer nesnelerin ve söylemlerin hiçbirinin anlamlı bir karşılığı olamayacağını da söylemek isterim.

Dersim’in kayıp kız çocuklarının öyküsü bu yüzyıllık tarihin anahtarı gibidir. Bu tarihi anlamak için önce bu kapı açılmalıdır.

Annemin şahsında Dersim’in tüm kayıp kızlarını sevgiyle, saygıyla, minnetle anıyorum.