Daktilo

Salih Bolat

1976 yılının ortalarıydı. Adana’dan Ankara’ya, üniversitede okumaya gelmiştim. Okulun ilk yılıydı. Nefis Ankara sonbaharında, atkestanelerinin serin gölgesindeki kaldırımlarda yürürken, derin kaygılar içindeydim. Siyasi ortam çok karışıktı. 1980 askeri darbesine dört yıl vardı. Demek birileri açısından daha çok insanın ölmesi, daha çok insanın acı çekmesi gerekiyordu darbe yapmak için. Öyleyse cehennemi büyütmeye devamdı. Gazeteler her gün ölen insanların bilançosunu yayımlıyordu. Bu koşullarda başladım üniversite öğrenciliğine. Ama en büyük amacım yazar ve şair olmaktı. Kendimce yazılar, öyküler, şiirler yazıyordum. Yazdıklarım o günün bazı dergilerinde de yayımlanıyordu. Ama mutlaka bir daktilo almalıydım. O zamanlar henüz bilgisayar yaygın değildi. Yazılarımı, şiirlerimi el yazısıyla ya da birisinin daktilosuyla yazıp gönderiyordum dergilere. Bir gün şair Hasan Hüseyin’le Kızılay’da yürürken, “Adanalı, kendine mutlaka bir daktilo almalısın” dedi. Zaten düşündüğüm şey, şimdi iyice tutku olmuştu. Bunun için gereken para bir ay sonra elime geçecekti: Üniversiteye kayıt olduktan sonra, burs için başvurmuştum ve ilk yıl aylık burslarım sekiz ay sonra toplu olarak ödenecekti. Bunu dört gözle bekliyordum. Ama bu parayı dört gözle bekleyen biri daha vardı; babam… Gerçekten yoksul bir aileydik ve babam haklı olarak o birikmiş bursu alırsam, birkaç ay idare edeceğimi düşünüyor, içi rahatlıyordu. Ne var ki ben alacağım daktiloyu gözüme kestirmiştim bile. Bir kırtasiyecinin vitrininde duruyordu. Her gün gidip bakıyordum. Satılmamış olduğunu görünce mutlu oluyordum. Sonunda bursu aldım. Sanırım sekiz yüz liraydı. Yedi yüz elli lirasına daktilo aldım. Ertesi ay şubat tatili oldu. Adana’ya gittim. Eve vardığımda sabah saatleriydi. Akşam babam geldi. Evet, büyük saat gelmişti. Biraz sonra bursu alıp almadığımı sordu. Aldığımı söyledim. Parayı ne yaptığımı sordu. Felakete hazırlıklı bir ses tonuyla, “Daktilo aldım” dedim. Şiddetli bir öfkeyle karşıladı. Dediğim gibi, bir felakete hazırlıklıydım ama bu kadar şiddetli geleceğini tahmin etmemiştim. Ayakkabılarımı falan kapıp fırladım çıktım evden ve Ankara’ya geri döndüm.

Aradan yaklaşık yirmi yıl geçti. Bilgisayar çağı başlamıştı. Birkaç şiir kitabım, bir-iki düzyazı kitabım yayınlanmıştı. Dergilerde yazmaya devam ediyordum. Bir üniversitede öğretim üyesiydim. Deneyimlerimi, bilgilerimi yazıyla uğraşan insanlarla paylaşmak için, bir arkadaşımın sahibi olduğu bir sanat merkezinde 'yazınsal yaratıcılık kursu' açtık. Resim, tiyatro, müzik gibi sanat kursları verilen bir sanat merkezinin sahibi olan bir arkadaşım, bana da sanat merkezinde yaratıcı yazarlık kursu vermemi önermişti. Üniversitede yazınsal türler, eleştirel okuma gibi dersler veriyordum ve özellikle kurmaca metinlerin (roman, öykü, oyun vb.) yazma süreçleriyle yakından ilgiliydim. Arkadaşımın önerisi ilginçti. Gerçi incelediğim Batı üniversitelerinin çoğunda, özellikle ABD’de yaratıcı yazma (creative writing) dersleri, hatta bölümleri epey yaygındı. Sanırım sivil kurslar da vardı. Bizde de neden olmasındı? Arkadaşımın önerisini biraz tedirgin ama olumlu karşıladım. Çünkü böyle bir kurs oldukça iddia taşıyordu: Yaratıcı Yazarlık! Ama biz daha alçakgönüllü ve yazar yetiştirme gibi bir iddiamızın olmadığının anlaşılması için, kursun adını, 'yazınsal yaratıcılık' koyduk. Böylece, sanırım Türkiye’de ilk yazma kursunu açmış olduk. Kurs, umduğumun çok üstünde ilgi gördü. Oldukça yetenekli arkadaşlarla tanıştım. Birlikte yazı çalışmaları, edebiyat tartışmaları yaptık. Bazı arkadaşlar daha sonra yazdıkları öyküleri, romanları, şiirleri kitap olarak yayımladılar. Kursa devam eden yazar adaylarından biri de Murat’tı. Murat’ın çabalarını biraz kendime benzettim. Sanırım bir sağlık kurumunda çalışıyordu ve edebiyat tutkunuydu. Son derece duyarlı, öğrenmeye açık, umut verici bir yazar adayıydı. Onu sevmiştim. Evde, kitaplığımda duran o efsanevi daktilomu kendisine armağan etmek istediğimi söyledim. Ama yazmaktan vazgeçmemek şartıyla! Çok sevindi, bana söz verdi. Bir gün yazar olacaktı. Aradan yıllar geçmişti (yirmi beş yıla yakın zaman geçmişti). Ben Ankara’dan, İstanbul’a taşınmıştım. Öğretim üyeliğine devam ediyordum, tabii. Bir gün bir kargo geldi. Paketi açtım. İçinden mürekkep kokan, yeni yayımlanmış bir kitap çıktı. 'Akşam Olur Karanlığa Kalırsın: Murat Darılmaz'

Murat’a kitap için teşekkür ettim, kutladım. İkinci ya da üçüncü kitabıymış. Yani yazarlıkta epey yol kat etmiş. Frenlemeye çalıştığım bir heyecan ve merakla, o daktiloyu sordum. İtiraf etmem gerekirse, aradan geçen bunca yıldan sonra daktilonun kaybolup gittiğini düşünüyordum. Ama öyle değilmiş, Murat o daktiloyu hep evinin baş köşesinde, gözü gibi korumuş. Buna çok mu sevindim yoksa çok mu hüzünlendim, emin değilim.

Murat’a daktilomu verdiğim günden bu güne kadar, ülkemizde çok farklı bir insan tipi türedi, gelişti. Bunlar devlet, yurttaş, ülke, halk, birey, hukuk, vicdan, toplumsal bilinç, sorumluluk, insan hakkı, demokrasi gibi kavramları üreten bir kültüre ait değiller. Bunlar başka, ayrı, bu kültüre ait olan bizlerin kolay kolay anlayamayacağımız bir 'oluşum'un sonucu insanlar. Bu nedenle, onlara bu kültürün simgeleriyle, işaretleriyle, ölçütleriyle, kurallarıyla bir anlam iletmeye çalışmak boşuna. Yukarda saydığım kavramları üreten kültürün bireyleri olan bizlere son derece ters gelen, hayal bile edemeyeceğimiz şeyler yapabiliyorlar. Komşusundan çekinmek, arkadaşından utanmak, yurttaşının yüzüne bakamamak, çocuğuna, eşine güvenmek gibi değerler ve davranışlar bu kültüre aittir. Oysa onlar karanlıktan yapılmış, derinliksiz, biçimden biçime girebilen, geçirgen olmayan insanlar olarak, enlemi ve boylamı belirsiz bir boşluktan gelmişler. Hayır, “Uzaydan geldiler” demiyorum, tam tersine bizim aramızdan, yanımızdan, içimizden geldiler. Hem zaten hep oradaydılar; ama hacimsiz oldukları için onların varlığını fark etmedik. Bir gün bütün dünyanın gücünü arkalarına alıp, ucu korlaşmış bir maşa gibi tenimize değeceklerini, canımızı fena yakacaklarını bilemedik. Bu ucu korlaşmış maşaların, elimizdeki lokmalarımıza, cebimizdeki harçlıklarımıza ve hatta düşlerimize, şarkılarımıza uzanacaklarını bilemedik. Nasıl olduysa tarihsel ve toplumsal koşullar onlara ihtiyaç duydu. Bizim hayatımızı yok etmek, yağmalamak, 'şehvetle satmak' için bulundukları o görünmeyen oyuklarından çıkarıldılar. Onları geldikleri gecelerine geri göndermek için başka bir dil bulmak gerekiyor. Ama kesinlikle bu dil 'biraz daha bekleyelim'in dili değil. Bu dil, 'hemen, şimdi'nin dili. Eğer bu dili üretmezsek, bir türkünün de adı olan, Murat’ın kitabının adı oldukça önem kazanacak: Akşam Olur Karanlığa Kalırsın!