Osman Kavala dal gibi ince uzun bir adam ve lafı da ona getireceğim ama başlık onun fiziğine bir gönderme değil!

Salı günü Gezi davası kararını değerlendirirken, Av. Ömer Kavili; “Sana başka bir haber vereyim” demişti. “Yargıtay Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya davasında tam da bizim taleplerimize uygun yönde, 12 Eylül darbecilerinin ‘rütbelerinin sökülmesi ve bu rütbelerden dolayı kazandıkları mal varlıklarına el konulması’ yönünde görüş bildirdi. Onlar ölüp gitmiş olsalar bile yaptıkları yanlarına kâr kalmayacak. Mirasçıları da darbecilerin maddi kazanımlarından yararlanamayacak.”

Demek ki dedim; “keser dönüyor sap dönüyor, gün oluyor hesap dönüyor”; haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, zulüm ölse de yapanın peşini bırakmıyor!

Gezi davasında verilen karar benim için sürpriz olmuş, ama güzel bir sürpriz olmuş, içimizin iyice karardığı bir dönemde bir nebze de olsa moral vermişti.

Çok sürmedi ama… Kararla birlikte tahliyesine hükmedilen tek tutuklu sanık Kavala, cezaevinden salınması bir süre geciktirildikten sonra, özgürlüğe adım atmasına fırsat verilmeden yetiştirilen bir kararla içeride tutuldu. “… bir başka soruşturma kapsamında, TCK’nın 309. maddesi uyarınca Anayasal Düzeni Bozmaya Teşebbüs suçundan ayrıca gözaltı kararı” verildi.

Böylece Kavala, kâğıt üzerinde Silivri Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’ndan tahliye edilip, eşi dostu, ailesi ve yakınlarıyla kucaklaşamadan polis ekiplerince alındı, “her çağdaş hukuk devletinde olduğu gibi” sağlık kontrolünden geçirildikten sonra, hakkındaki işlemlerin yapılması için Vatan Caddesi’ndeki İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü.

Dün sabah bu satırları yazarken Vatan’daki işlemler devam ediyordu. Umarım siz bu yazıyı okurken Kavala mahkemeye sevk edilmiş ve mahkeme de serbest bırakılması yönünde karar vermiş olur! Öyle olur da, bir de bu konuda “Türkiye’yi ne hale düşürdüğünüzün farkında mısınız?” sorusunu duymayız.

Ancak, siz bu satırları okurken Kavala serbest kalmış olsa da, bundan sonra yazdıklarım değişmeyecek.

12 Eylül’le bizzat tanışanlar DAL’ı da bilir. Açılımı Derinlemesine Araştırma Laboratuvarı diye de yapılan, Ankara Emniyet Müdürlüğü’ndeki işkencelerin merkeziydi. Beni oraya götürenler arasındaki iki polisin görüntüsü uzun süre çakılı kaldı zihnime.

Birisi eli yüzü biraz daha temiz, davranışları da ona uygun “iyi polis”ti. Diğeri zayıf uzun boylu -sözcüğün buradaki anlamıyla DAL gibi-, çekik gözlü, DAL’dan geçenlerin sonradan “Japon” adını taktıkları işkenceciydi. Onun sesi de silinmedi uzun süre kulaklarımdan.

Japon’un sesleri eşliğinde, bir aydan az fazla bir süre, aklınıza gelen her türlü işkence ile tanıştım DAL’da. Onları anlatacak değilim!

Sonra bitti. Üst kata ifade yazımına çıktık. Daktilo başında o “iyi polis” vardı; başladı söylediklerimi yazmaya. O da bitti. Artık Mamak’a gideceğim. Nasıl bir kurtuluş DAL’dan çıkmak, nasıl bir rahatlama, bilemezsiniz. İşkence yok artık!

İşte tam o sırada arkamda Japon’un sesini duydum. Yüzünü görmemem için başıma çöktü, yumurta topuk ayakkabısıyla uyluğuma bastı, daktiloya takılı kâğıdı caaart diye çekip aldı, okur gibi yaptıktan sonra yırtarken; “Hiç mi bir şey yapmamış bu o. çocuğu. Götürün tekrar aşağı!” dedi.

İşte o an var ya; DAL’da geçen bir aydan, bir ay boyunca görülen işkencelerden bin kez daha ağır ve korkunçtu!

Düşünsenize tam 840 gündür cezaevindesiniz, nihayet mahkeme beraat ve tahliye kararı veriyor, biraz sonra sevdiklerinizle kucaklaşacaksınız ve tam o anda biri “Götürün bunu” diyor.

Ben düşündüm, biliyorum da; insana yapılabilecek şey değildir ve 840 günden çok daha ağırdır. “DAL gibi” demem o yüzden!