Bir yapıt ister roman olsun ister sinema filmi, yaratıcısından kısmen azade olur, işte okuruyla, seyircisiyle buluştuktan sonra, benimsediğimiz, ittiğimiz, sevdiğimiz, sevmediğimiz, eleştirdiğimiz, hatta sövdüğümüz bir şeye dönüşür, bize dair, bize aittir artık. Üstelik kim demiş, sevgi politik bir şey değildir diye, tam aksine tepeden tırnağa siyasidir.

Daldan dala

Alper Turgut

Yazlık sinemada, Yıldız Savaşları’nın (Star Wars) ilk üçlemesini seyrettiğim günleri, artık hayal meyal hatırlasam dahi, bir yeniyetmenin, yeşermekte olan hayal gücüne katkılar sağladığı gerçeğini inkâr edemem asla. Geçen gün üçüncü üçlemenin son filmini izledim, bir AVM sinemasında, onca senenin ardından, bariz duygum, kandırıldığımı hissetmekti, özgünlükten vasatlığa sıçramaya, ticari kaygıyla abanılan saçmalığa kızılmayacak gibi değildi. Her şey değişir elbette, dönüşür, çevrilir, bu döngüye lafım yok, sorun, hep mi kötüye gider ulan, sinemada, gündelik hayatta, herhangi bir mecrada fark etmez, insanın bozma huyu, yapma, yaratma halinden daha baskın, ne yazık ki.

Şimdilerde gündemde olan Marriage Story filmini seyredince, ismi tuhaf olmuş, çünkü bu bir evlilik değil, boşanma hikayesi, tastamam ayrılık öyküsü dedim kendime, yine yazlık sinemada karşıma çıkan Kramer Kramer’e Karşı yapıtı aklıma düştü, hayli hüzünlüydü, bir ailenin dağılma süreci, saadet denen şey, tül gibi hafif bir şeymiş, bir yel esse, uçup gidermiş, besbelli. İşte seneler öncesinde usumda yer etmiş, İran işi Bir Ayrılık filminin, ABD orijinli karşılığı değildi belki Marriage Story, ancak şu söz dimağıma yazıldı, ceza avukatı, kötü bir insanda iyiliği arar, boşanma avukatı ise iyi bir insanda kötülüğü, haliyle doğru gibi. Bir de aaa adam haklı, yok, yok, kadın haklı diyorsunuz film aktıkça, aslında kaçırdığımız şey, ikisinin de haksız olması, çünkü ortada mutsuz bir çocuk var, arada kalmış, içine kapanmış, yetişkinlerin egoları çarpışırken, yavruların travması, nasıl görünür olsun, değil mi ama?

Memleketimin yüz küsur yaşında hala oturamamış sinemasında, Tunç Başaran ayağa kalkmayı deneyen ender yönetmenlerinden biriydi. Güzelim ‘Uçurtmayı Vurmasınlar” filmini, 30 sene evvel, hafızam beni yamultmuyor ve yanıltmıyorsa, çok şükür hala yaşamakta olan Kadıköy sinemasında izlemiştim, cuntanın lanet karabasanı, yeni yeni dağılmaktaydı. Kayıp yıllar aşkına, tüm salonun etkilendiğini anımsarım, ağlayanlar ve alkışlayanlar vardı, bir filmin, yaşamla buluşabilmesine misal gibiydi, öyle iyiydi. Çok sonradan artık aramızda olmayan Tunç Başaran, adını andığım filmin, politik bir eser değil, bir sevgi yapıtı olduğunu dillendirdiğinde, filmin bende bıraktığı tortu hürmetine kızamadım, yalan yok. Hem bir yapıt ister roman olsun ister sinema filmi, yaratıcısından kısmen azade olur, işte okuruyla, seyircisiyle buluştuktan sonra, benimsediğimiz, ittiğimiz, sevdiğimiz, sevmediğimiz, eleştirdiğimiz, hatta sövdüğümüz bir şeye dönüşür, bize dair, bize aittir artık. Üstelik kim demiş, sevginin politik bir şey değildir diye, tam aksine tepeden tırnağa siyasidir sevgi, çoğu zaman, bu sevgisizlik iklimi, bu nefret kültürü, bu kamplaşma hali, bu ötekileştirme durumu, nasıl doğdu ve sardı dört bir yanımızı öyleyse, söyleyiverin hele.

İktidarın gücünü, zaten egemen olan erkek öncelikli sisteminin destekçisi gibi kullanmıyor musunuz, kadına yönelik şiddeti, yasal kılıflarla çoğalmasına yardım etmiyor musunuz, dünyanın her yerinde kadınlar, güven içerisinde barışçıl bir eylem düzenlerken, sizler, kolluk güçleriyle hücuma geçip, üstüne de pişkin pişkin sırıtmıyor musunuz? Sevgi ve ilgiyle siyaset yapsaydınız, böylesi perişan bir halde mi olurduk? Bu yüzden, kadim iyi ve kötü ayrımı gibi, sevgi ve sevgisiz ikilemi de dün olduğu gibi bugün de siyasetin içerisindedir, tıpkı hayat gibi. Bilesiniz.

Adalet bakanının, Suriye merkezli bir tarikatın ölen şeyhinin yerine geçen oğlunun (babadan oğula geçen bir hikmetin tuhaflığına gönderme yapıyorum) elini öpmesini, garip bulmuyorsanız şayet, mevcut dini oluşumun üyelerinin, herhangi bir suç işlediklerinde, kanun ve ceza ile karşılaşacağını da düşünmeyeceksiniz. Barış Atay’ın bütçe görüşmeleri sırasında, Meclis’te yaptığı konuşma esnasında, mevzu Diyanet’e gelince, iktidar partisi vekillerinin anında köpürmesi, çılgınlar gibi savunmaya geçmesi, ülkenin başına gelen belalardan hala ders alınamadığının göstergesi değilse, harbiden nedir?

Gazeteci olarak, 1996 ölüm orucu ve süresiz açlık grevi eylemlerini de 2000 ölüm orucu direnişi de yakından takip ettim, siyasi tutuklu ve hükümlüler kadar, onların ailelerinin de taleplerini haberleştirdim, acı dolu zamanlardı, yansıması salt içeriyi değil, dışarıyı da tarumar etti, hiç şüphesiz. Toplumsal muhalefetin üzerinden silindir gibi geçildi, insanlara korku, iliklerine dek hissettirildi, örgütlü ve örgütsüz hemen herkes, bu zalim baskıdan nasibini aldı, alıyor.

Hayata Dönüş Katliamı öncesinde, F tipi cezaevleri, beş yıldızlı otel gibi diyen küstah yalanları kuşanan anlı şanlı gazeteciler, nasıl bir vicdan sahibiydiler, bunu bilemem, lakin şunu bilirim, siyasi mahkumlar, tecrit, tüm yaşamı kapsayacak, bizler kadar, sizleri de esir edecek, sadece koğuşlarımızı savunmuyoruz, gündelik hayatı savunuyoruz, sokakları asla terk etmeyin dediklerinde haklıydılar, bugün en ufak bir tepki, ters kelepçeyle karşılık buluyor, tabiri caiz ise yaprak bile kımıldamıyor, bir tibitle insan, kendini cezaevinde buluyor. “İçeride, dışarıda hücreleri parçala!” sloganı, demek ki, salt ‘solcu zırvası’ değilmiş, memleket bir hücre olmuş, anlayana.

Birkaç hafta önce, yolda yürürken karşılaştık, eski bir ölüm orucu eylemcisiyle, ayaklarını sürüye sürüye yürüyordu, santim santim ilerlemeye didiniyordu, bin bir güçlükle, onca senenin ardından. Toparlayabildiği bu kadardı, ömrü boyunca taşıyacaktı, o karanlık ve kanlı katliamın izlerini. Hararetle elimi sıktı. Sonra oturduk bir banka, lafladık biraz, nasıl gidiyor hayat diye sordu, bunu asıl benim sual etmem gerek dedim, gülümsedi. Yaşamı bizlerin yaşamından daha zordu, bedel ödemişlere dair, olgun ve vakur hal, yine de bir elbise gibi üzerindeydi. Pişman değildi ha, sadece memleketin haline üzülüyordu, yine ve yeniden yapardım dedi. Keşke vardı elbette. Keşke dedi, güzel bir ülkenin enkazı olarak, şu güneşli günde otursaydım şurada. İçim acıdı.

cukurda-defineci-avi-540867-1.