Şiirin düşünürken yazılmasında varsayımın, yanılsamanın, kuruntunun nesnel gerçekliğe baskın çıkması, sözcüğün nesneyle yaşamsal bağının kopması, şiir dilinin kuş diline-imgenin anlamsız işarete dönüşmesi tehlikesi yok mu, var elbet. Anlam gider, sessel ya da görsel etki kalır; oysa şiir sesle anlam arasında bir yerlerdedir, o aralıkta

Dalgınlık, deniz ve sardunya

Onur Behramoğlu

Politikadan söz etmeyeceğim, hayır. 1970 yılının Ant dergisi var elimde, oradan bazı haberleri paylaşayım ki, neden politikadan söz etmeyeceğim anlaşılsın:

• New York’ta sanatçı ve profesörlerden kurulu bir komite, Amerikan halkına çağrıda bulunarak uzun süreden beri Yunanistan’da bir hapishanede bulunan solcu kompozitör Teodorakis’in serbest bırakılması için açılan kampanyaya katılınmasını istemiştir.

• Kıbrıs sorununun, ancak barışçı yollarla, Kıbrıs halkı tarafından dış müdahaleye maruz kalmadan çözümlenebileceği açıklanmıştır.

• Beş devrimci teğmenden sonra Heybeliada Askeri Deniz Lisesi’nden yedi devrimci öğrenci çıkarılmış, Harp Okulu’nda da yedi öğrenci hakkında tahkikat yapılmıştır.

• TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt, Çorum’daki bir konferansında bazı AP’lilerle İmam hatip Okulu öğrencilerinin saldırısına uğramış, Baykurt ile yanındaki öğretmenlere taş atılmıştır.

• Ekim İhtilali’nin 50. yıldönümünde yazdığı bir yazıdan dolayı komünizmi övdüğü iddiasıyla hakkında dava açılan arkadaşımız Fethi Naci beraat etmiştir.

• Cumhurbaşkanlığı için geçen yıl Çankaya Köşkü’ne alınan beş Mercedes de yetmemiş, bu yıl yeniden dört adet Mercedes araba daha alınması kararlaştırılmıştır.

• Devrimci hareketi gecikmeden zafere ulaştırabilmek için çelik disiplinli bir örgüt ihtiyacı kendisini daha fazla hissettirmektedir.

1970-2017. Hayır, politikadan söz etmeyeceğim.

Şiiri ne çok sevdiğim malum, lakin ölçü, uyak, ritim… hepsi biraz kandırmaca gibi görünüyor bana diyerek dosdoğru gireceğim konuya. Moleküler biyolog Gunther Stent, bu durumu, “mimari, şiir, resim, heykel gibi yaratıcı etkinliklerin biçemsel gelişmelerinin asimptotuna ulaşmak üzere olduğu” şeklinde yorumluyor. Ben, gelip dayanılan duvar diyeyim.

(“Benim bir duvarım var etrafıma ördüğüm” diyordu bir Bergman filmindeki karakter. “Gözlerinin içine bakabilirim ama senin derinliklerine ulaşamam. O kadar uzağım ki her şeye.”) Duvarı aşmak, tek bir biçemin doğrusal gelişimiyle değil, birbirinden farklı biçemlerin beraberce var olmasıyla mümkün olabilir. Kundera’ya romanın içinde deneme yazdıran ne ise, beni şimdilerde anlatımcı şiire yaklaştıran da o olmalı. Yine de ulaşabilir miyim kendi derinliklerime bile?

Işık, sahip olduğu hıza neden sahip? Neden öyle bir sınır, öyle bir aşılmaz duvar? Geçenlerde sözü aşka getirmeye çalışırken ışığın sonlu hızda olduğunu yazdığımdan beri bunu düşünüyorum. “Hız, zamanın var olma sahteciliğidir, ölüme yakın bir şeydir” diyen Melih Cevdet yetmiyor bana. Başka bir sınırlılıktan söz ediyor olsa da, “Dünya sınırlı olduğundan, orada nesneler ister istemez yinelenir. Şiirin doğmasına izin veren budur” diyen Roger Caillois’e sormak isterdim: Ölçü, uyak gibi sınırlarla doğayı taklit ediyor, doğadakine benzer bir sınırlılığa mı hapsediyoruz kendimizi? Bile isteye girdiğimiz hapishanede dize yinelemeleriyle, sözcük ve ses uyumlarıyla, belli ölçülerin sıkı disipliniyle, dervişin hak yolunda çileye talip olmasına benzer bir arayışı mı sürdürüyoruz? Sanattaki biçimsel sınırlar çoktan aşıldığına göre, aslında çok daha güç koşullarda yani bunları uygulamaksızın yazılacak şiirin hayatla sağlamasını yapmak değil mi asıl mesele?

Şiirin meselesi mi? Onu yine şiir anlatsın: “Çünkü dardır saatler, sığmaz biraraya / Dalgınlık, deniz ve sardunya.” Şiirin meselesi, dalgınlık, deniz ve sardunyanın bölünmez bütünlüğünü duymak, duyurmaktır. Güneş batarken neden susarız, kuşlar neden çok ararlar konacakları yeri, ıssız koylar neden ağustosböceğinin dokuz kuşak önceki kardeşleridir, bunlara bakar, bunları dert eder şiir. Dille düşünce özdeş olduğuna göre, sözdizimsel bağlamda sözcüklerle yazılmakla birlikte, düşünceyle olanaklı hale gelir. Tam şu anda Cemal Süreya: “Düzyazı düşünerek, şiir düşünürken yazılır.” Şiirin düşünürken yazılmasında varsayımın, yanılsamanın, kuruntunun nesnel gerçekliğe baskın çıkması, sözcüğün nesneyle yaşamsal bağının kopması, şiir dilinin kuş diline-imgenin anlamsız işarete dönüşmesi tehlikesi yok mu, var elbet. Anlam gider, sessel ya da görsel etki kalır; oysa şiir sesle anlam arasında bir yerlerdedir, o aralıkta.

Elimizde anlam yüklü, düşünce yüklü sesler yani sözcükler var ama her şey nesnelerle, nesnel gerçeklikle, dünyayla başlıyor. Bilincimiz (düşüncemiz, duygumuz, sezgimiz, vb.) onu alıp kendine has imbiklerden geçirerek dönüştürüyor.

Önce algılıyor, sonra yeniden üretiyor yani düşünüyoruz. Bilgi, bu iki aşamalı süreçte oluşuyor. O halde, dünyayı yansıtmayıp (ayna değiliz ki yansıtıp yineleyelim!) kendimize has sentezlerle yeniden üreten bilincimizi neyin belirlediği en önemlisi. Özdemir İnce, ‘Şiir ve Gerçeklik’te bir başöğretmen titizliğiyle anlatır bunları, tekrar tekrar okurum, en çok da dergilerde şiir diye yayımlanan acaipliklere maruz kaldıkça. “Şiir üç zamanlıdır” der şair, dün-bugün-yarın. “Şiir, şimdinin zenginliğidir” cümlesindeki ‘şimdi’, dünü-bugünü-yarını kapsayan bir şimdidir.

Öyleyse dünün-bugünün-yarının düşüncesi, onu üreten bilinç ve bilinci belirleyenler üzerine düşünmem gerekiyor, Thales’ten başlayarak. Tarih, kendisiyle hesaplaşılmış zamansa, böyle bir girişim biraz da tarihe başlamak anlamındadır.

Şiiri deneyselliğe ve estetiğe indirgeyenlere karşı onun tarihsel, toplumsal, etik işlevlerini hatırlatmak için mecburuz böylesi bir çabayı omuzlamaya.