Türkiye gibi kapitalizme entegre ve süreklileşmiş bir şekilde dış açık veren ülkeler için bu açığı kapatmanın ve ekonomiyi yönetebilmenin tek yolu ülkeye sürekli döviz girişinden geçer. Eğer bu giriş reel sektöre, üretime, doğrudan yatırıma yönelmiyorsa, buralara yeterince yatırım yapılmıyorsa, ülke uluslararası mali sermayeye, yani sıcak paraya muhtaç demektir. Mali sermaye borsaya, devlet tahviline, hazine bonosuna yatırım yapar, kazancını spekülasyon üzerinden elde eder, bu nedenle sıcak paradan “spekülatif sermaye akımları” diye de söz edilir.

Bütün sermaye biçimleri için olduğu gibi mali sermaye için de en önemli şey kârlılıktır, yani reel kazanç elde etmeye devam edebilmektir. Tam da bu nedenle sıcak paraya bağımlı ülkeler, faizleri enflasyonun belli bir seviye üzerinde tutmalıdırlar ki, mali sermayenin kazandığı para enflasyondan arındırıldığı zaman ilk yatırdığı paradan reel olarak daha fazla olabilsin ve böylece ülkeye gelmeye devam etsin. Demek ki gayet basit bir mantık yürütmeyle söyleyecek olursak -her ne kadar “en yetkili ağız” enflasyonla faizin yerini değiştirerek yeni bir formül icat etmiş olsa da- enflasyon ne kadar düşük olursa faiz de o kadar düşük olacaktır.

Türkiye gibi hem dövize hem de ithalata bağımlı ülkeler ise enflasyonu öyle kolay kolay düşüremezler, çünkü ihracat yapmak için bile ihraç ettikleri ürünün girdilerini yurtdışından almak zorundadırlar ve bu girdilerin fiyatları düzenli olarak artmaktadır. Dolayısıyla ihracata dayalı bir ekonomik modele sahip olsanız da, ihracat yapmak için girdi ithaline bağımlılığınız devam ettiği sürece enflasyonu kolay kolay düşürmeniz mümkün olmayacaktır.

Türkiye’de son on altı yıldır üretim ekonomisi adına doğru dürüst tek bir adım atılmadığı için, Türkiye’nin planlamaya dayalı bir sanayileşme ve kalkınma modeli olmadığı için, Türkiye ihraç ettiği ürünlerin girdilerini yurtdışından almaya devam ettiği için, enflasyon bir yere kadar düşürülebilmiş, o noktadan sonra ise düzenli olarak artmaya devam etmiştir ki, bu da faizlerin artması demektir. Çünkü enflasyondaki artışla faiz artışı arasında doğrudan bir bağlantı vardır, ilki artınca, kaçınılmaz olarak ikinci de artacaktır.

İkide bir faizleri düşürmekten söz etse de ve hatta zaman zaman Merkez Bankası’nı ihanetle suçlasa da, “en yetkili ağız”ın bankanın yaptığı faiz artışlarına müdahale edememesi tam da bu nedenledir. Enflasyon artışı durdurulamadığı için, sıcak para bağımlısı ekonomiye döviz girişinin devam etmesinin tek yolu faizleri artırmaktan geçmektedir; çünkü faizler artmazsa ülkeye sıcak para gelmeyecek, bu da dış açıktaki artışın sürdürülebilir olmaktan çıkması anlamına gelecektir. Böyle bir durumda ise döviz kurlarında artış olacak, bu da beraberinde enflasyonun artışını getirecektir. Tüm bunların neticesinde ise artırılmak istenmeyen faiz kaçınılmaz olarak yine artırılacaktır.

İşte yeni rejimin hazine ve maliyeyi birleştirerek ihdas ettiği Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın başına geçirilerek ekonomi yönetiminin –en azından kâğıt üzerinde- teslim edildiği damadın dilemması, yani ikilemi tam olarak burada başlamaktadır. Damat istediği kadar uluslararası mali sermayeye göz kırpmak için “Önceliğimiz enflasyonla mücadele” desin, uluslararası mali sermaye son sözü kayınpederin söyleyeceğini ve onun “Önce faizler düşmeli” dediğini bilmektedir.

Bir tarafta, “Önce enflasyonla mücadele” diyen ve faiz artışı, faizin artması için de özerk merkez bankası isteyen, aksi takdirde ülkeye girmeyecek olan uluslararası mali sermaye, öte tarafta ise faizlerin bu şekilde artması halinde çökecek inşaata dayalı “saray kapitalizmi” vardır.

Faiz artmazsa, sadece bu sene yaklaşık 250 milyar dolarlık borç çevirmek zorunda olan bir ekonomi kaçınılmaz olarak batacaktır ama faizler artmaya devam ederse de inşaata dayalı ekonomik büyüme modeli çökecek, kamu harcamaları ve yatırımları azalacak, işsizlik daha da yükselecek ve yoksulluk bu boyuttayken sosyal yardımlar için gereken kaynağın giderek bulunamaz olduğu bir tablo ortaya çıkacaktır.

Yani ister uluslararası mali sermayenin istediği şekilde faizler artırılsın ve buna bir de kemer sıkma programı eklensin, ister enflasyonun büyük ölçülerde artışının göze alınacağı mevcut modelle devam edilsin, netice kaçınılmaz bir şekilde geniş halk yığınlarının, işçilerin, memurların, köylülerin daha da yoksullaşması olacaktır. Bu ise rejimin alt sınıflarla kurduğu ilişkilerde çok ciddi tahribatların, birtakım kırılmaların ve kopuşların yaşanması ihtimalini artırmaktadır.

İktidarın yarattığı yapay çelişkilerin yerini esas çelişkinin yani emek-sermaye çelişkisinin alma ihtimali ne kadar yükselirse, emekçilerin, işçilerin, alt sınıfların politikleşme ve siyaset sahnesine çıkma ihtimali de o kadar güçlenecektir.

Sol hazırlıklarını bu ihtimale göre yapmalıdır. Solun güçlenmesinin yolu emekçilerin politikleşmesinden, emekçilerin siyaset sahnesine damga vurabilmesinin yolu ise güçlü ve örgütlü bir sol siyasetten geçmektedir.