Dansa Davet, umudunu, hatta öncesinde şefkatini, insanlığını, onurunu ve külliyen aklını kaybeden bir ulusun hikâyesidir; grotesk, alegorik, tekinsiz, cinli perili bir masal misali kulaktan kulağa fısıldanan.

‘Dansa Davet’ ya da sefaletin dansı

Pınar Üretmen

1518 yılında Strasbourgh’da yaşananları anlatacak herkes şöyle başlayacak, “Umudunu kaybeden bir halkın hikâyesi bu!” Bir sabah güzel, sarışın bir kadın, ama üstündeki çaput paramparça ve yoksulluktan kemikleri sayılan bir kadın kucağında bebeğiyle evinden çıkar, elini bebeğin gözüne güneş girmesin diye siper ederek nehre kadar ilerler ve kucağındakini nehrin sularına fırlatır. O sırad3a karşı komşuları açlıktan ölmenin kıyısına teğet, koyuldukları tarifsiz rezillikteki ziyafet masasında oturur. Kadın elindeki kemik parçasının üzerinde kalan son kısımları ağzına atarken yerde bir kız çocuğunun kafası yapılan yamyamlığın kanıtı olarak durur. “Dans etmek bir çığlığı susturmak mı?”

Jean Teule’nin fantastik-grotesk romanı Dansa Davet, Elif Gökteke’nin çevirisiyle Haziran 2020’de Sel Yayınları etiketiyle yayımlandı. 1500’lü yıllarda yaşanan kuraklık, don ve onlarca hastalık sonrası çılgın bir dans salgınını anlatır Teule. Bu salgın aslında dünyanın geldiği çıkışsız noktanın tezahürü, insanlığın savrulduğu sert virajın ivmesiyle çarpılan duvardır.

Ve her yüzyıl tekrar tekrar yaşanan çarpmaların, parçalanmaların, insanlık onurunun yerle bir oluşunun, savaşların, salgınların, zulümlerin, kardeşi kardeşe vurduran ötekileştirmenin bir örneğidir. İnsanlık tarihi, etik bir değersizlik olarak utancın ve aşağılanmanın haritasıdır aynı zamanda. Yoksul olmakla sefil olmanın farkı işte tam da bu ince hat üzerindedir. Diğer taraf uçurumdur, bir kez o yana ayak bastın mı sonsuzca düşer ve düşersin. İnsanlık onuruna ve vicdanına dair her şey çizginin öte yanındadır artık. Düşene kalansa, hayatta kalma refleksi ve tam bir delilik halidir.

Hayat mı daha absürd yoksa edebiyat mı?

Az sonra sarışın çilli kadın, nehre fırlattığının ardından hayatı boyunca konuşmayacak ve gerçekliğe dokunamayacak olan sefilliğin uçurumundaki kadın, tahta ayakkabılarını yere vura vura delicesine, yılankavi hareketlerle dansa başlayacak, onun adımlarına karşı komşu, hani şu bizim yamyam baba katılacak, sonra diğeri, derken on altı bin nüfuslu şehirdeki binlerce kişi bulaşıcı dans hastalığına tutulacaktır. Yani nam-ı diğer dans vebasına… Günlerce hiç durmadan dans edenlerin bazısı ölecek, kimi yerlerde sürünecek, ancak katliama dönen karnaval bitmeyecektir. Evet, umudunu, hatta öncesinde şefkatini, insanlığını, onurunu ve külliyen aklını kaybeden bir ulusun hikâyesidir; grotesk, alegorik, tekinsiz, cinli perili bir masal misali kulaktan kulağa fısıldanan.

Bu dans çılgınlığını okurken Berger’in gerçek hayata dair aktardığı bir sahne düştü aklıma. İkinci Dünya Savaşı’nda bir tabur asker yolda birdenbire durup koyun misali melemeye başlar. Askerler savaşa giden birer koyun gibi hissettiklerini ancak bu yolla dile getirebildikleri için böylesi gerçeküstü bir manzara yaratırlar, ellerinden gelen tek şey akıldışılıktır. Aynı savaşta, nöroloji kliniğinde çalışan Andre Breton, çok garip bir vakayla karşılaşır. Bir asker savaşta yaşanan her şeyin bir tiyatro oyununun parçası olduğunu ve insanların makyaj hilesiyle o hâle getirildiğini iddia etmektedir. Yaşanan acı o kadar dayanılmazdır ki, akıl yoluyla kabul etme imkânının tıkandığı yerde akıldışı girer devreye. Breton gerçek hayattaki gerçekliğin aşıldığını görür ve gerçeküstücülüğün ilk nüveleri atılır. Hayat mı daha absürd yoksa edebiyat mı? Kurmacayı olağan deneyimden ayıran şey, gerçekliğin eksikliği değil rasyonelliğin fazla oluşudur der Aristoteles, Poetika’da.

Dans Pistine Dönen Şehir

Biz de mucizelerden ve umuttan bahsetmek isterdik. Aşk adına söylenen şarkılardan. Danslardan. Ve affetmekten. Oysa, kimi bağışlayalım şu dipsiz insanlık cehenneminde, sefaleti ilk başlatanı mı? Neyse… Binlerce kişi yara bere içinde dans etmektedir sokaklarda. Belediye Başkanı meclisi toplar. Din adamları ve doktorlar tamamen farklı yönlerden ele alırlar bu salgınımsı cinneti. 1518 yılı veba, cüzzam, kolera, terleme hastalığı ve frenginin yanı sıra, şehri her an istila edeceğinden korkulan Türk tehdidinin olduğu belalı bir yıldır ki, üzerine gelen ve daha önce ne tıp kitaplarında (Hipokrat) ne de kutsal kitaplarda (yeni Ahit) olmayan dans salgını şehri kırıp geçirmektedir. Zaten açlıktan, yoksulluktan ve sefaletten bitkin düşmüş halka ne büyük bir zulümdür bu. Hekimler bu hastalığın sara ya da ergot zehirlenmesi olmadığını söyler ama ne olduğunu söyleyemez. Piskopos Honstein’ın tanısı ise daha nettir: Kiliseye borcunu ödemeyen yoksul halka günahları yüzünden Tanrı tarafından verilmiş bir cezadır bu. Doktor Hieronymus ise (adaşı olan ressamdan farklı düşünüyor olsa gerek) halkın, ıstırabın gerçekliğinden kaçmak için dans ettiğini söyler. Bu sırada şehir, koca bir dans pistine dönmüştür. Aşktan ve danstan söz etmek derken, kastettiğimiz bu değildi elbette ve kitap hakkında yazarken, “…ama sevgili, gözlerinde gökyüzü kalmış hâlâ” alıntısını kullanmayı ne de çok isterdik.

İnsanın deliliğe başvurması gibi, ıstırap dolu hikâyeler de gerçekliği bükerek dile getirilebilir ancak. Büyük acılar öyle dümdüz anlatılamaz, anlatılırsa da okurun özdeşlik kurması mümkün olmaz. Bu nedenle sürrealizm, büyülü gerçekçilik ya da fantastik anlatım vardır. Savaşları, kıyımları, zulümleri dillendirirken gerçekle düş iç içe geçer ve böylece fantastik edebiyatın alanına gireriz. Yaşananlar o kadar açıklanamazdır ki, ya bir yanılsama veya düş söz konusudur ya da olayları bizim bilmediğimiz yasalar yönetir. Bu kararsızlık alanını fantastik olarak tanımlar Todorov. Gündeliğin değişmez yasallığına katılan bir gizem, açıklanamaz olan, kabul edilmesi olanaksız bir şey vardır. İşte bu nedenle Jean Teule de böyle bir sefaleti ve insanın çocuğuna kıyacak sınıra dayandığı vahşeti anlatırken fantastik alana giriyor.

Acı olanı espirili, ironik, kimi yerde masalsı bir dille aktarıyor. Bir yandan da din adamlarının ikiyüzlülüklerine ve ahlaksızlıklarına değiniyor. Kıtlık yaşanırken ambarları dolu kiliselerden, din vergisinden, cenneti parayla satmaktan, arafta bir gün az beklemek vaadiyle toplanan paradan, dünyanın en zenginlerinden olan Papa’nın Bazilika yapımı için yoksul halktan bağış toplamasından tutun da halk içecek temiz su bulamazken ayin giysilerinin temiz sularla yıkanmasına kadar her türlü ahlaksızlığı gün yüzüne çıkarıyor.

Orta Çağ ne kötü ne vahşi ve akıldışıymış, değil mi? Neyse ki uygarlık ve akıl çağındayız da Afrika’da çocuklar ölürken kimse daha büyük ekranlardaki ya da en son model telefonlardaki cenneti pazarlamıyor bize.