Önceleri maçlarımız İnönü Stadı’nda oynanırdı.

İki takım taraftarları da maça gelir, stad yarı-yarıya bölünür herkes yerini alırdı.

Gol atan takımın taraftarı ayaklanırken, gol yiyen takım mahcup, üzüntülü olarak oturup hayıflanırdı.

Ama bir şey vardı…

Beraber maç seyretmek gibi…

Aynı mahalle arkadaşları veya sınıf arkadaşları, aynı anda maça gelip farklı takımları tuttuklarından; maçtan önce ayrılıp maçtan sonra buluşup eve giderlerdi.

Severlerdi birbirlerini, takım tutmak ayrıcalık değil hobiydi. Sonra stadları ayırdılar, her takım kendi gettosunu yarattı. Hiç kimse hiç kimsenin maçına gidemez oldu. Çünkü diğerleri diye bir kavram yaratıp ”hiç kimse” yarattılar.

Gelen rakip takım taraftarını döverek hınçlarını almaya başladırlar. Statlar birer şiddet abidesi haline geldi.

1990’lar da; dünyada bir tek İspanya’da faşist diktatör Franco döneminde uygulanan maçlardan önce ulusal marşlar çalınmaya başlandı. Genelkurmay vatandaşın milliyetçilik duygularına katkı sağlanması istendi! Stadlarda kitle halinde bir şiddet terapisi uygulanmaya koyuldu.

Daha çok ölümlerle siyasi rantlar elde edilmeye başlandı ve başardılar.

Siyasi ehlileştirmenin adına “Endüstriyel Futbol” dediler. Bu Endüstriyel Futbol aslında bir insan modelinin de habercisiydi.

“Vur kır parçala…”, “Ölmeye, ölmeye geldik…” bu slogan her yerde kabul gördü ve artık şiddet sarmalı kurumsal bir kimlik halini almaya başlamıştı.

Stadlarda şiddetle ehlileştirilen kitleler; evinde, okulda, her yerde sorunun çözümü olarak saldırmayı ve yok etmeyi hedef alan bir mantığı benimsemişlerdi. Statlar uyku tulumundan sonra birer aksiyon alanı haline gelmişti. Uygulamalar o kadar başarılı oldu ki; artık şiddet linç kültürüne dönüşmeye başladı…

İşte yaratılan o kitle psikolojisi ile hareket eden sosyolojik model, kendi çözümlerini kendisi üreten ve bunu devlet mekanizmasına kabul ettiren ve hatta işbirliği yapan bir güç haline geldi.

Siyasi derin mekanizma amacına ulaşmıştı…

Bu nefret söylemleri ile hareket alanı bulan yapı birden ümmet haline dönüştü. Siyasi konjonktürel yapı çan kulesinden aldığı ev ödevi ile işe başlatılan model, Ortadoğulu olma sürecine hızla girmesi kaçınılmaz olan sonun başlangıcında kendine inanılmaz bir ortam buldu. Ve Homo Sapiens’ten sonra son insan böylelikle yaratılmış oldu!

Bu sarmal o kadar tehlikeli ki; insanın insan olma özelliğinin hiçbir önemi yoktu.

2000’ler de artık stadların, işlevi kalmamıştı, yeni eğitim sistemi ve okullar bu modeller için yeniden dizayn edildi. Demokrasi ile başa çıkamayacağını anlayan bu zihniyet “Kkndar ve dindar” nesiller için el ele verdi. Ortadoğu bataklığının parçası olma tutkusu bize ancak acı ve kayıptan başka bir şey veremeyeceği bir türlü ikna ol(a)mayacakları da belli oldu.

Demokrasiyi özümseyememiş insan modellerinin iktidarı, ancak ve ancak şiddet sarmalı içinde kendini koruma içgüdüsü ve korkusuyla çırpınıp durur… Ve çırpındıkça da batar. Ortadoğu kültürü demokrasiyi sevmez, kendini katliamlar üzerinde inşa eder. Bireyi sevmez, kadını sevmez… Muhalif olanları önce birerli, sonra ikişerli, sonra otuz ikişerli kişiler halinde yok eder. O güzel yüzlü çocukların yüzlerindeki insan sevgisini bilmez… 24 üniversite öğrencisinin ideallerini bilmez…

Dünyanın her yerine doğa ve insan sevgisini taşıma arzularını bilmez…

İnsan olduklarını bilmez…

Yarattıkları insan modeli; üzerindeki bombaları patlatıp kimin işine yaradığını bilmediği ve tanımadığı insanları öldürendir. Ona cennet vade-dilmiştir. Kendilerinin cenneti ve cehennemin bu dünyada olmasını bilmelerine rağmen!