Askeri darbelerin yarattığı toplumsal tahribatın yükü birçok farklı noktadan gözlemlenebilir. Bunlar içinde en dramatik olanlardan biri ölüme tutun(ama)mak olarak niteleyebileceğimiz yaşama veda etme girişimleridir. Belki de bunları yaşama veda etme değil de, yoğun baskı ve sürüklenilen girdaptan çıkabilme arayışları olarak görmek daha uygun olabilir.

Bu durumun bir örneği de 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi’nden sonra Yassıada’da yaşanan deneyimlerdir. Ada komutanlığı yapan Albay Tarık Güryay’ın, 1971’de basılmış Bir İktidar Yargılanıyor başlıklı anılarında yer alan detaylar, darbelerin az bilinen bazı etkilerini yeniden düşünmeye imkân vermektedir. Güryay, darbenin ardından hükümet üyeleri ve kısım Demokrat Parti (DP) yöneticilerinin toplandığı adada gerçekleşen intihar girişimlerine yer verir.

Askeri darbe sonrasında yargılamalar için gözlerden ve erişimden uzak Yassıada seçilmiştir. 16 kişilik ilk kafilenin 1 Haziran 1960’ta, dört kişilik son kafilenin de 29 Temmuz 1961’de getirildiği ve toplam 592 sanığın yargılandığı adada muhtelif zamanlarda intihar teşebbüsleri gerçekleşmiştir. Bunlardan ilki Celal Bayar’ın girişimidir ki kapıda nöbetçi bir teğmenin fark etmesi ve müdahalesiyle önlenebilmiştir. Bu girişimden hemen önce Bayar; Aileme! Bayar isminden utanmayınız: Onunla iftihar edeceğiniz günler yakındır diye yazılı bir not bırakmıştır. Bayar, darbe gerçekleştiğinden beri muhtelif defalar intihar girişimlerinde bulunmuştur.

Güryay’ın anlatılarına göre 22 Temmuz 1960 Cumartesi günü DP Fatih ilçesi eski başkanı Dr. Faruk Ömer Sargut, kendisini, kravatıyla helâ demirine asmak suretiyle intihara kalkışmıştır. Sargut, eşine gönderdiği bir mektubun ele geçmesinden müteessir olmuş, gayrimeşru servet sahibi olmakla suçlanmış bulunmasına üzülmüştür. Güryay’ın belirttiğine göre onu da orada hazır bulunan görevliler kurtarmışlar.

Bir başka teşebbüs, sonradan idam edilecek olan Fatin Rüştü Zorlu’dan gelmiştir. Anlatıya göre Zorlu, şunları ifade etmiştir: “Geçen günkü aramada odamdaki bir kapalı pamuk paketi içinde bir insanı rahatça öldürmeye yetebilecek miktarda uyku ilacı bulmuştunuz. Onları benim elimden adeta tabancamı müsadere eder gibi almıştınız. Ben cezamı kendi elimle vermekte kararlıydım. Fakat sizin onları elimden alışınızdan sonra, ölüm benim irademden çıkmış oldu: Kadere mecburen teslim oldum.” Konuşmadan anlaşılacağı gibi bu girişim de tamamlanmadan önlenebilmiştir.

Bir intihar teşebbüsü de yaygın olarak bilindiği gibi Başbakan Adnan Menderes’e aittir. Onun intihar girişimi sabaha doğru 4.00’te nöbetçi subayın zamanında yaptığı müdahale ve çabasıyla önlenebilmiştir. Bu konuda pek çok detay ilgili literatürde yer almıştır.

Anlatılara göre zamanında müdahale edilemediği için intihar girişimi tamamlanan ve böylece ne yazık ki hayatını kaybeden kişiler de bulunuyor. Onlardan biri Konya Valisi olarak da görev yapmış Cemil Keleşoğlu’dur. Güryay, bu olayı şöyle anlatır: Derhal olay yerine varınca hemen gördüm ki, iş işten çoktan geçmişti: Banyoya giren Keleşoğlu’nun kanlar içindeki cesedini, ayaklarını yerdeki ızgaraya sımsıkı bağlamış olarak bulmuştuk. Keleşoğlu kan kaybından çoktan ölmüştü. Raporu yazdırıldı. Ölüyle eşyaları saat 5.30 da Boğazlar ve Marmara Deniz Komutanlığından gelen hâkime teslim olundu.

Bir de o süreçte hastalanarak ölen tutuklular var. Güryay’ın kitabında yer alan bilgilere göre 5 Ağustos 1961 Cumartesi günü eski Bursa Milletvekili Kenan Yılmaz hastaneye kaldırtılmış ama oksijen çadırı altında ölümle yaptığı mücadeleyi kaybetmiştir.

Bütün bu hadiseler 27 Mayıs 1960 askeri darbesini takip eden aylar içinde gerçekleşmiştir. Hayatına son vermeye çalışan ya da veren kişiler yaklaşık on yıl Türkiye’yi yöneten parti ve devletin kadrolarıdır. Sadece bu tecrübe bile askeri darbelerin hemen tüm toplumsal kesimler için yarattığı korkunç kıskacın boyutlarını gösterir. Bu tecrübeden yola çıkarak bugünden geriye dönüp 12 Eylül 1980 başta olmak üzere şimdiye dek gerçekleşen tüm askeri darbelerin toplumsal maliyetini (intiharlar, gözaltında kaybedilme, işkencede ölüm vb.) ortaya çıkarmak büyük bir siyasal-toplumsal-insani görev olarak ortada duruyor. Fakat Türkiye, bunu yapmaya da hâlâ çok uzak.