Referandum konusunda ortaya çıkan son tartışma-atışma konuyu tatsız bir boyuta taşıdı. Başbakan’ın medya önünde, 12 Eylül darbecilerinin

Referandum konusunda ortaya çıkan son tartışma-atışma konuyu tatsız bir boyuta taşıdı. Başbakan’ın medya önünde, 12 Eylül darbecilerinin kıydığı canları anlatıp, gözyaşları dökmesi alttan alta süren bir tartışmayı su yüzüne çıkardı; 12 Eylül darbecilerinden kim hesap soracak?
Darbe sonrasının karanlık ortamında yeşerip, beslenerek bugünkü konumunu elde eden iktidarın darbenin gerçek mağdurlarının tepkisini çekmesi anlaşılabilir. Ancak Başbakan’ın pek sağlıklı görünmeyen hallerine, bu tepkiler de eklenince, ortaya daha da sağlıksız bir durum çıkmış oldu; 12 Eylül’ün hesabını sormak bir intikam alma durumuna, intikamın alınması da, mağdur olmaya endekslendi.
Ortam sağlıksız olur da, Başbakan katkısız bırakır mı? “Biz mağdur olmadık ama bizim Kültür Bakanımız Ertuğrul Günay oldu” gibilerinden bir laf ederek, sürece katkısını sürdürdü. Böylece, iktidar Günay’ı gösterip, 12 Eylül hesaplaşması için yeterlilik belgesi alırken, siyasi yaşamı maceralarla dolu Kültür Bakanı bir kez daha siyasal gündemin tam göbeğine oturdu.
Bütün bunlar olurken, başta Başbakan olmak üzere, geniş çevrelerin farkında olmadığı bir durum var; Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın 12 Eylül darbecilerinden hesap sormak için, ne Başbakan’a, ne de Anayasa değişikliğine ihtiyacı yok. O sessiz ve derinden bir biçimde, bir “demokrasi savaşçısı” olarak, bir süredir devlet ve askerlerle hesaplaşıyor.
Ertuğrul Günay’ın askerlerle mücadelesi Kültür Bakanlığı’na getirilmesiyle başlıyor. Mücadelenin merkezindeyse Topkapı Sarayı’nın bulunduğu geniş alan var. Kültür Bakanı, bu alanı uluslararası turizmin hizmetine açmak amacıyla, projelendirmek istediğini ilan ediyor. Ne var ki, bu alandaki yapıların bir bölümü, başta askerler olmak üzere, çeşitli kamu kurumlarının kullanımında.
Askerlerin elindeki alanları alabilmek için, görüşmeler ve yazışmalar trafiği başlıyor. Genel Kurmay Başkanı’na yapılan ricalar devri sağlamayınca, Bakan Günay medya aracılığıyla baskıyı sürdürüyor. Gazetelere “Topkapı Sarayı Projesine TSK Engeli” manşetiyle yansıyan haberde Günay, “bu kadar önemli bir mekânda tarihi tescilli yapıları iç tedarik komutanlığının bot-battaniye deposu olarak kullanması hangi akıl, izan ve vicdanla izah edilebilir?” sorusunu, başta askerler olmak üzere, kamuoyunun dikkatine sunuyor.         
Bakan’ın tartışma konusu yaptığı yapıların büyük bölümünün Osmanlı döneminde inşa edilirken askeri amaçla inşa edildiği, burada konuşlanan birliklerin Saray’ın güvenliğinden de sorumlu olduğunu gibi gerçekleri bir yana bırakıp, askeri kullanımı depolara indirgemesi başlı başına takdir edilmesi gereken bir kurnazlığa işaret ediyor. Ancak yine de “artık sivilleşme zamanı” diyerek, Bakan’ın askerlere yönelik bu çıkışını desteklenmesi mümkündü.  Ne var ki, Bakan’ın Topkapı Sarayı’na yönelik niyetleri, bazı diğer projelerde de olduğu gibi, hiç de masum değil.
Bakan’ın el attığı bu tür alanlar, kısa sürede, mali alışverişlerin de içinde olduğu bir takım devirlere konu oluyor. Tarihi-kültürel miras alanları bir anda restoranlar, kafeler, dinlenme tesisleri ve sponsorların cirit attığı rant tesisleri havasını almaya başlıyor. İzleyen iki paragraflık alıntının Kültür Bakanı mı, yoksa bir işletmeciye mi ait olduğunu seçebilmek oldukça zor;
“Darphane binaları, …Arkeoloji Müzesi için bir sergi alanı olacak. Kafeteryalarla da destekleyerek bir dinlenme alanı olabilir diye düşünüyoruz. …Darphane binalarıyla ilgili olarak fikir çalışmasını Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği'yle (TÜRSAB) beraber yapıyoruz. TÜRSAB koordinatörlük yapıyor, sonra ana sponsor olacak. Onlar bir gelir elde etmeyecek. Amaç ziyaretçi sayısını artırmak. ‘Tarih Vakfı çıktı, TÜRSAB girdi' eleştirisine katılmıyorum. Çünkü burayı bir işletmeye vermiyoruz. Buranın restorasyonu için sponsor bulacak. Belki içinde bir kafetarya işletecek. Ama gelirini buraya harcayacak. 18 yıldır lojman olarak kullanılan, mezbelelik haline getirilmiş olan 1. avludaki karakol binasını, şimdi restore ettiriyoruz. Burayı pastane, dinlenme alanı yapıyoruz. Arkasındaki tarihi alanı da ortaya çıkaracağız. Burayı Uluslararası Kongre İşletmeciliği (UKTAŞ) şirketine sponsor olarak verdik. Bakanlığımız da bu kuruluşa ortak. UKTAŞ da, Feriye Restoranları'na tesisi işletmesi için verdi. 8 yıllığına. Yıllık 264 bin lira artı KDV'ye verdik (http://www.arkitera.com/h40583-tarihi-yarimadanin-cehresi-degisiyor.html)”.
Açıklamanın özellikle mali konulara ilişkin tutarsızlıklarını ve Bakan’ın “işletmeci tavrını” okuyucuların değerlendirmesine bırakıyorum. Ancak Kültür Bakanı Günay’ın askerler karşısında takındığı siyasal/kültürel liberal tavrın, hızla firmaları, sponsorları öne çıkaran piyasa liberalliğine dönüşmesine dikkat çekmek gerekiyor. Botların, postalların burada ne işi var diyen anlayış, bir anda pastaneci, restorancı, sponsorcu oluveriyor.
Ancak Bakan’ın Kültür Bakanlığındaki kamudan alıp, özel ellere verme yönündeki icraatları bu projeyle sınırlı değil. Bilindiği gibi, hazineye ait araziler iktidar tarafından hızla yandaş şirketler, tarikatlarla bağlantılı vakıf ve derneklere devrediliyor. Bu arazilerin dikkate değer bir bölümü doğal ve tarihi-kültürel sit alanı niteliğine sahip. Bu nedenle bu değerli alanların devri Kültür Bakanlığı’nın iznini gerektiriyor.
Devletle giriştiği hesaplaşmanın bir parçası olsa gerek, Kültür Bakanı bu tür devirlerde en ufak bir güçlük çıkarmıyor. Yakın zamanda bu tür bir uygulamaya iyi bir örnek, biri Fatih, diğeri Beykoz’da olmak üzere, tarihi ve doğal sit alanı kapsamında iki büyük alanın iktidar çevreleriyle yakınlığı bilinen Medipolitan Eğitim ve Sağlık Vakfı’na devredilmesi. Hurinisa Hastaneleri’yle de yakından ilişkili olduğu anlaşılan söz konusu Vakıf, bu arazilere Üniversite ve özel okul yapmak istiyor. İstanbul’un her gün biraz daha tahrip edilen orman alanlarından biri olan Beykoz’da sit alanı niteliğindeki arazinin Vakfa devrine, ilgili Koruma Kurulu bazı eksiklikler nedeniyle, onay vermiyor. Ancak bu onayı beklemesi gereken Kültür Bakanı, Kurul’un kaygılarını hiçe sayıp, gerekli onayı sağlıyor.  Böylece, İstanbul’da paha biçilmez iki kamu arazisinin iktidara yakın bir Vakfın eline geçmesinin önü açılıyor.
İktidarın bu ve benzer çok sayıdaki uygulaması gösteriyor ki; demokrasi adına hesaplaşma ve tasfiyelerin yapıldığı yerlerde, demokrasi ve özgürlük değil, İslami vakıflar, tarikatlar, kamu arazilerini kapatarak zenginleşen küçük mutlu azınlıklar serpilip gelişiyor.
Öte yandan, her ne halse, bu hesaplaşmalarda, eski solcu-yeni liberaller herkesten önde gidiyor…