Yeni yılda memleketin bilançosu sanırım yeni yılın ilk saatlerindeki katliamla çıkarılabilir. Türkiye ironik şekilde iktidar tarafından sürekli darbelenmektedir.

15 Temmuz Darbe Girişimi yaşandı ve ardından KHK, OHAL darbeleriyle başkanlık darbesi süreci devam ediyor. 2017’nin ilk saatlerinde meydana gelen katliam da cüppeli ve cüppesiz şeriatçıların yeni yıl kutlamalarını her türden engelleme çağrısıyla bu sürecin parçası oldu.

Laiklerin darbeci sayıldığı ülkede şeriatçılar her türden darbenin organizatörleridir artık. Adeta roller değişmiş her şey karışmış gibi… Her gün yeni bir katliamla tekrarlanan gündeme sıkışmamak ve aklımızı toparlamak için darbeler tarihindeki son kırılmaya odaklanmak faydalı olabilir.

Evet, şu son darbelerin öncekilerle ortak ve farklı yönleri nelerdir? 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007, 15 Temmuz 2016…

Bunlar askeri darbeler ve iki öbekte toparlanabilir. İlk üçü Soğuk Savaş döneminin ürünleri ve on yılda bir gündeme gelmişler, son üçü de neo-liberal küreselleşme döneminin ürünleri ve on yılda bir gündeme gelmişler…

Soğuk Savaş dönemindeki üç darbenin ortak özellikleri şunlar: Darbe öncesinde hâkim sınıflar arasındaki çatışma şiddetleniyor, güçlü bir ekonomik kriz var, ABD şu ya da bu şekilde devrede, MİT öncesinden darbeyi biliyor ama haber vermiyor, toplumsal muhalefet korkutucu ölçekte yükseliyor ve darbeciler demokrasiyi ‘geri getirmeyi’ gerekçe gösteriyorlar. 27 Mayıs hariç, darbeler emir-komuta zincirinde yapılıyor. Askerler hep Atatürkçülük adına hareket ediyorlar ama asıl darbeyi elbette emekçiler ve sol güçler yiyor. (Sağcılar ve İslamcılar ise Atatürkçülük sebebiyle, mağdur edebiyatı yapmaktan geri kalmıyorlar.) Her darbe sonrasında Anayasa gündeme geliyor.

27 Mayıs darbesi öncesinde hâkim sınıflar ittifakı ile Kemalist kadrolar arasındaki nispi dengenin bozulduğu görülüyor. İlk dönemde Cumhuriyet’i kuran ve yönetimde bulunan Kemalist kadrolar (genel olarak asker-sivil küçük burjuvazi) ile dönemin hâkim sınıflar ittifakı (cılız burjuvazi, toprak ağaları, tüccarlar, yarı-feodal unsurlar) arasında nispi bir denge ortaya çıkmıştı. Hâkim sınıflar ittifakı zoraki ve çelişkili bir nitelik taşıyordu. CHP, yani Kemalist kadrolar tepeden modernleşme/kapitalistleşme sürecinde emperyalizmle bağlarını koparmadı. İkinci Dünya Savaşı’ndan ve 1950’de Demokrat Parti’nin iktidar olmasından sonra emperyalizmle sıkı ilişkilerin de etkisiyle nispi denge hâkim sınıflar ittifakı lehine döndü. Emperyalizme bağımlı çarpık sanayileşme tıkanmaya başladı. 1958 büyük devalüasyonu DP için sonun başlangıcıydı. DP bir çoğunluk diktası kurmuştu, Başvekil Menderes “isterseniz hilafeti getirirsiniz” diyordu ve Reisicumhur (evet Reis!) Bayar elinde DP asasıyla dolaşıyordu. Basın susturulmuş, yargı bağımsızlığını yitirmişti, CHP’nin kapatılması konuşuluyordu. Yurdun dört bir yanında öğrenci olayları patlak verdi, subaylar bile geçim sıkıntısı içindeydiler. 27 Mayıs, tarih kitaplarına ilk darbe olması ve yeni Anayasası ile bir ‘nispi demokratik ortamın’ sağlanması özelliğiyle geçti.

12 Mart faşist darbesi öncesi, emperyalizme bağımlı tekelci burjuvazinin öne çıkmasıyla artık oligarşik bir nitelik kazanan hâkim sınıflar ittifakı yeniden çatırdamaya başladı. AP içinde Sadettin Bilgiç’in başını çektiği bir kesim geleneksel mülk sermaye sahibi sınıflarının çıkarları adına sağ bloku çatlatmıştı. Ayrıca Necmettin Erbakan da bu yıllarda sahneye çıktı. 1970 yılında yine büyük bir devalüasyon yaşandı. Toplumsal muhalefet ve devrimci hareketler, müesses nizamı korkutmaktaydı. ABD aparatı kontrgerilla adı ilk kez bu dönemde duyuldu ve 12 Eylül öncesinde hep kan kusturdu. Faşizm maskesini çıkarmıştı. Bu dönemde 27 Mayıs Anayasası da budandı.

12 Eylül faşist darbesi öncesinde oligarşi sorunlarının parlamenter rejimle çözülemeyeceğine çoktan inanmıştı. Darbe öncesi yıllar sürekli devalüasyonlar dönemiydi. 24 Ocak 1980 kararları vahşi kapitalizmi öngörüyordu. İç savaş ortamında baş edemedikleri devrimci hareketleri tasfiye etmek darbecilerin başlıca misyonlarıydı. 12 Eylül hem 12 Mart’ın yarım bıraktıklarının devamı hem 24 Ocak kararlarının tamamlanması olarak yaşandı. Yeni Anayasası dönemin ruhunu yaşattı, faşizm daha da kurumsallaşmıştı.

Her üç darbedeki ABD rolüne gelince: 27 Mayıs darbesi, Alparslan Türkeş tarafından radyodan ilan edilirken ‘NATO’ya ve CENTO’ya bağlılığın’ da altı çizildi. Aslında devalüasyondan sonra ABD’den beklediği desteği alamayan Menderes’in Sovyet Rusya’ya göz kırptığı da söylenmekteydi (ki burası manidar). Amerikancı DP’ye yapılan darbeye ABD hiç ses çıkarmadı. 12 Mart darbesinin hemen öncesinde (ve 12 Eylül öncesinde de) Hava Kuvvetleri Komutanı ABD’ye gitti, geldi. 12 Mart için AP’li Çağlayangil “CIA bizim altımızı oymuş” dedi. 12 Eylül darbesi yapılınca ABD’deki yetkiliye “sizin çocuklar yaptı” diye haber verildi.

Soğuk Savaş sonrasındaki üç darbenin/girişimin ortak özellikleri ise şunlar: Hâkim sınıflar arasında yine bir çatışma söz konusu. İlginç bir şekilde bu darbelerden önce şiddetli ekonomik kriz yok, gerçi ekonomi hep kriz içinde ama özellikle darbe sonrasında işler daha berbat hale geliyor. ABD yine şu ya da bu şekilde devrede, ‘Atatürkçü’ darbeciler laikliği ve demokrasiyi geri getirmeyi gerekçe gösteriyorlar. Aslında 28 Şubat postmodern darbesi sonuçları itibarıyla radikal (Erbakan) İslamcılık yerine bölgede ihtiyaç duyulan ılımlı İslamcılığa zemin hazırlamak olarak okunabilir. ABD bu darbeye hiç ses etmemişti. 27 Nisan e-muhtırası ise ABD desteği alınamayan ve bu yüzden kadük kalan ilk darbe girişi olarak kayda geçti. Laiklik ABD’nin umurunda değildi. İlk iki darbe/girişimi emir komuta zincirindeydi.

Özellikle 27 Nisan ‘geri-tepmesi’ gösterdi ki devlete ve topluma, artık ‘laik’ değil de ‘dindar’ mühendislerin elinde bir ‘makine’ muamelesi uygulanacaktı. Postmodern darbe 28 Şubat balans ayarıydı, e-muhtıralı 27 Nisan rot ayarı olmaya yeltendi, ama sonunda bu makineye rektifiyeyi yapan AKP oldu. Neo-liberal düzen ancak bu rektifiye sayesinde çalışabilirdi.

İşte böylece ve nihayet 15 Temmuz Darbe Girişimi ve sonrasındaki darbe süreci… Olup bitenleri yaşayarak gördük ve görmeye devam edeceğiz. Hâkim sınıflar arasındaki çatışma AKP-Cemaat çatışması olarak cisimleşmişti. Toplumsal muhalefet korkusu ise 2013 Gezi/Haziran direnişleriyle ve Kürt sorunuyla kâbusa dönüşmüştü. ABD ile ilişkiler tıkırında olmaktan çıkmıştı. 15 Temmuz gecesi ABD’nin “başarılı olursa bizim, olmazsa Cemaatçilerin” noktasında olduğu biliniyor.

İlk kez Atatürkçü olmayan askerlerin, açıkçası İslamcı darbecilerin İslamcı iktidara karşı darbesiyle Türkiye’deki darbe şablonu tamamen bozulmuş oluyor. Ya da süreci, Cumhuriyet darbe tarzından çok geriye (Osmanlı’ya!) gidip Saray darbeleri kategorisinde ele almak gerekiyor. 12 Eylülcüler ‘iç savaşı, kardeş kavgasını durdurma’ bahanesiyle darbe yapıp açık faşizm uyguladılar. Bunlar iktidarlarını korumak uğruna ‘iç savaş ortamı, kardeş kavgası yaratmak’ için darbe üzerine darbe yapıyor, açık faşizme geçiyorlar…

Devlet parçalanmış halde, muhalifler bir yana her gün subaylar, hâkimler, savcılar, komiserler tutuklanıyor. Suçluların telaşı yerini suçluların pervasızlığına bıraktı. Parçalanmış ve gücünü kaybetmiş devlet, güçlü bir Reis ile ikame edilme derdinde…

Yukarıdaki değerlendirmeleri bir sonuca bağlamayacağım! Çünkü paranoyaların kol gezdiği bir siyaset sahnesindeyiz. Ucu açık bir süreç, başkanlık yolunda adım atılabilir veya tökezlenebilir. Yani kısa/orta vadede her şey olabilir.

Bildiğimiz tek şey tarihsel örüntünün (şablonun) kökten bozulmuş olduğu. Demek ki Direniş de ortaya çıkan yeni örüntüye göre şekillenecek…