Darmaduman

Ezgi Polat - Yazar*

Kadıköy İskelesi’nin önündeyim. İnsanlar sokaklarda birbirlerini yarıyor. Yosun kokuları burnuma doldukça canım balık ekmek yemek istiyor. Aç değilim ama midemde tuhaf bir boşluk var. Buraya gelmeden önce rahatlamak için içtiğim biradan olabilir. Yine de tedirginim. Ya onu tanıyamazsam. Ne rezil bir düşünce. Bu mümkün değil.

İskeledeki saate göre vapurun gelmesine beş dakika var. Bir sigara yaktım. Kapıya yığılmış vapur bekleyen kalabalığa bakarken telefonum çaldı. Özge. Test sonuçları belli olmuş. Maalesef hamileyim, diyor, yarın için randevu aldım. İşim bitince onu arayacağımı söyleyip kapatıyorum. Orada. Çevresine bakınıyor. Burada, bir vapur yanaşmasıyla ayrılışı arasında onun beni buluvermesini bekliyorum. Bulamayacak. Bakışları beni teğet geçiyor. Yanına gittim. Buruşmuş gömleğinin üzerinden dirseğine dokundum. Baba. Yüzünü bana döndü. Hissiz ve rahat. İnciniyorum. İçimde kaskatı kesilmiş bir şeyler yavaşça eriyip süzülüyor. Daha coşkulu bir şeyler istiyordum demek. Oracıkta beni kucaklamasını, gözyaşlarına boğulmasını, beni ne kadar özlediğini, ne büyük hatalar ettiğini, gururu yüzünden bunlardan geri dönemediğini, artık her şeyin değiştiğini ve bir daha beni asla terk etmeyeceğini duymayı. Filan. Öyle olmuyor. Gülümsüyor, sarılıyoruz. Gözlerinin üstündeki etler sarkmış, altındakiler şişmiş. Saçları, onu alnının iki yanından yavaşça terk etmeye başlamış. Kafasının tepesinde bir kuş yuvası açıklığı. Top sakalının iki yanı dudak kenarlarından çenesine dek gri. Simetrik. Özellikle boyatmış gibi, havalı duruyor.

Yolun karşısındaki kahveciye gidip oturuyoruz. Ben seni daha şişman bir şey olarak bekliyordum yahu, diyor. Gülüyor. Aptal. İlk cümleleri bunlar olmamalı. Avuçlarım sıcak ve ıslak. Okulumu soruyor. Dünyadan haberi yok. Ben ekonomi okuyorsun sanıyordum yahu, diyor. Hayır, diyorum, tıp. Bunu kimden duyduğunu sormayacağım. Cadaloz karısının uydurması olabilir.

Umurumda değil. Bir elimi öbürüyle gizleyerek parmaklarımı yavaşça avcuma doğru götürüyor, sayıyorum. Neredeyse yedi yıl geçmiş. Bunca yıl sonra ne akla hizmet buradayım. Yıkılmış bir şeyleri yeniden inşa etmenin mi peşindeyim? Kaybettiklerimi geri almaya mı geldim, yoksa ona onsuz da hayatta kalınabildiğini göstermeye mi? İçimden hiç çıkmayan o aşağılayıcı son sözlerinin dayanaksızlığını ve haksızlığını yüzüne vurmaya mı? Nedir. Sus, sus.

“Nasılsın,” diyorum.

“İyi işte, nasıl olsun, sürünüyoruz,” diyor. Sorulu gözlerle bakıyorum. Devam ediyor. “Evden ayrılalı bir ay kadar oldu. Harem’de bir otelde kalıyorum şimdi, küçük bir oda, biraz döküntü ama ucuz.” Halini hatırını sorduğuma pişmanım. Başka bir şey konuşmak istiyorum ama ne. “Evi niye terk ettin, boşandınız mı,” diye soruyorum. Henüz boşanamamışlar. Kadının talepleri varmış. “Hakkını yemeyeyim, annenin kadınlığının eline kimse su dökemez,” diyor. Geçmiş olsun baba. Sonra dönüp o kadınla yaptıkları kavgaları anlatıyor. Beter olun. Babası, erkek kardeşi, arkadaşları, karısı, okul-iş-asker arkadaşları, eski karısı, kız kardeşi, flörtleri herkes hatalı. “Peygamber gibi adamım, değerimi bilmiyorlar,” deyip sırıtıyor. Yalandan eşlik ediyorum.

Karşı kaldırımda kopan gürültüye dikkat kesiliyoruz. Onlarca simit etrafa saçılmış, simitçi yerde, kolları bacakları iki yana açık, titriyor. Epilepsi nöbeti olmalı. Ağzından köpükler çıkıyor. İnsanlar etrafını sardıkça daha çok debeleniyor sanki. Kalabalığın içinden bir kadın simitçinin yanına çöküp tişörtünün düğmelerini açıyor, insanlara eliyle işaret ederek açılmalarını söylüyor.

Simitçi birazdan ayılacak, belki geçici bir bilinç kaybı yaşayacak. Bir an ona imreniyorum. Aklım geçmişle şimdi arasında bir arafta. Bir süreliğine hepsinin silineceğini, her şeyi unutabileceğimi düşünmek içten içe mutlu ediyor beni. Simitçi kendine geliyor. Unutmak isteyeceği çok şey yoktu belki ama hatırlamak zorunda olduğu onlarca simit var.

Bir an babamın bana baktığını hissediyorum. Başımı çevirince göz göze geliyoruz, gülümsüyor. Telefonunun tuşuna basıyor, aydınlanan ekran koruyucuyu suratıma dayıyor. “Çok akıllı,” diyor, “saçlarının güzelliğine bakar mısın?” Öbür kızı. Anlatırken gözleri parlıyor. Çocuk üç dört yaşlarında. Çoktan İngilizce konuşmaya başlamış ve çarpım tablosunu ezbere biliyormuş.

“Muhtemelen ileri zekâlı,” diyor. Ziyanı yok, şimdilerde herkesin çocuğu ileri zekâlı zaten. Sabırla dinliyorum. Çok özlemiş.

Gözleri doluyor. Telefonun arka planına hapsolmuş küçük kız gülümsüyor. Telefonu alıp denize fırlatmak geliyor içimden. Onu boğazın derinlerine gömmek. Yedi senedir sesimi bile duymadı. Şimdi gelmiş bana bir aydır görmediği çocuk için ağlıyor.

Yüzüm alev alev. Yok, olmayacak. Kabullenmeliyim artık. Tamam, demeliyim. Bu adam da böyle. Daha az önce boynuna başımı yaslayıvermek istiyordum. Şimdiyse etrafta ne var ne yok darmaduman etmek. Hiç yaslamış mıydım? Muhakkak. Ama hatırlamıyorum.

“Onu da görmeyiverirsin olur biter,” diyorum. “Böyle de yaşanabiliyormuş, tecrübeyle sabit.”

Çenesi titriyor. “Bir gün seninle konuşmak istediğim şeyler var, şimdi değil, daha o yaşa gelmedin,” diyor.

Bir süre susup etrafı izliyoruz. Güvercinler simitlerden arta kalan susamlara üşüşmüş. Simitçi ortalarda yok. Hepsini toplayıp başka bir semtte satmaya gitti belki. Yine de öyle olmadığına inanmaya çalışıyorum. Tıpkı babamın günü gelince anlatacaklarının, yıllarca boş yere onsuz yaşadığımı, bu yüzden ölene dek pişmanlık duyacağımı düşündürmeyeceğine inanmaya çalıştığım gibi. Onun haklı sebepleri var belli ki. Neden diyemiyorum. Ne anlatacaksan anlat, diyemiyorum. Zamanın geri gelmeyeceğini, içimdeki terazinin boş kefesinin hep ağır basacağını biliyorum.

“Kalkalım mı? Bir arkadaşım küçük bir operasyon geçirecek, yanında olmam lazım,” diyorum.
“Hayırdır,” diyor.

“Hamile,” diyorum, “kürtaj olacak.”

Yüzünün rengi değişiyor. Sinirli bakışları üzerimde. Tek kelime daha etsem kalkıp boğazıma yapışacak sanki. Bakışları istemsizce karnıma kayıyor. Hiçbir şey söylemeden çantamı alıp uzaklaşıyorum. İskeleye yanaşan vapur, içindeki kara dumanı başından savuruyor.

* ‘Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda’ kitabının yazarı