83 yıl önce Tahran’da doğmuştu; bir hafta önce de aynı şehirde hayata veda etti. Çağdaş İran’ın en büyük düşünürlerinden biriydi. Türkiye’de de aydın çevrelerde tanınıyordu. Temel davasını anlatan eseri (Yaralı Bilinç; Metis) Türkçeye çevrilmiş ve beş baskı yapmıştı. Yine de ölümü bu topraklarda hiçbir yankı uyandırmadı.

Shayegan, varlıklı bir ailede Azeri bir babadan ve Gürcü bir anneden doğmuştu. Yaşamı ve eğitimi, onu özel bir İranlı ve İran yurtseveri yaptı. Bunu sağlayan da Fars dili olmuştu. Bir konuşmasında söylediği gibi, “Farsçaya adeta dinî bir saygı duyuyordu.” Kendisinde bu duyguyu yaratan ve “İran ruhu”nu en iyi temsil eden şairler hakkında bir de kitap yazdı. Çok kültürlü, çok dilli eğitimi, bu duygusunu ölene kadar sarsamadı.

•••

İlk derslerini bir Rus dadıdan alan; çok genç yaşlarda Fransa, İngiltere ve İsviçre okullarında okuyan; doktorasını da Sorbon’da, Fransa’nın en ünlü İslam bilginlerinden Henry Corbin’in danışmanlığında yapan Shayegan aslında tam bir “dünya vatandaşı” profilindeydi (Le Monde, 28 Mart, 2018). İslamiyet alanında değil, Hint dinleri ve Sanskritçe üzerinde uzmanlaşmış ve yirmi beş yaşında Tahran Üniversitesi’nde bu konularda ders vermeye başlamıştı. Oysa bunlar da daha temel bir davanın parçası idiler. Shayegan, adeta Samuel Huntington’un “anti-tez”i oldu; “uygarlıklar çatışması”nı değil, “uygarlıklar buluşması”nı savunuyordu. Ve bu soruna da, bir “Doğulu” olarak, Amerikalı profesörden çok daha öğretici bir pencereden bakıyordu.

Kuşkusuz onun penceresi de engellerle, tuzaklarla doluydu ama o bunların farkındaydı. Zaten asıl davası da yasaklarla, tabularla savaşmaktı. Ne var ki 1979’da mollalar iktidara gelip ülkeye fanatizm egemen olunca ülkesinde barınamaz hale geldi ve Fransa’ya sığındı.

•••

Orada da yayın faaliyetlerine devam etti; ödüller aldı; ünü dünyaya yayıldı fakat aklı kendi ülkesinde idi. Nitekim on bir yıl sonra, hava biraz yumuşayınca, İran’a döndü ve bir yayınevi kurarak felsefi-edebi nitelikte eserler yayımlamaya başladı. Altı yıl sonra da onun düşüncelerinden etkilenmiş olan Muhammed Hatemi, Cumhurbaşkanı seçiliyor ve “uygarlıklar buluşması” konusunda –ürkek de olsa- bazı adımlar atıyordu. 2009 yılında Danimarka’da “küresel diyalog” ödülü bu iki şahsa, birlikte verildi.

•••

Shayegan’a göre İran, özgür bir ülke değildi ve bu durumu hukuki ve siyasi önlemlerden çok, kültürel gelenekler yaratıyordu. 2012 yılında İranlı bir gazeteciyle yaptığı söyleşide “İran zihniyeti hep kendi efsanelerinin mahkûmu oldu,” diyordu, “bugün bile büyük İran düşünürlerini hâlâ İran şairleri teşkil ediyor ve bunlardan bize en yakın olanı da yedi yüz yıl önce yaşamış olan Hafız! Bunun içindir ki biz İranlılar özgürce düşünemiyoruz.” Kısaca İran kültürel bir şizofreni içindeydi ve geçici siyasal dalgalanmalar ötesinde özgürlükleri ortadan kaldıran asıl neden de buydu. Nitekim ona göre bu son seksen yıl içinde İran toplumuna damgasını vuran iki liderin (Şah Rıza ve Humeyni) benzerlikleri, farklarından fazlaydı. “Göze batıcı farklılıklarına rağmen” diyordu Shayegan, “bu iki adam aynı kaçınılmaz hatayı işlediler ve İran’a özgü iki özelliği, kendi tarzlarında canlandırdılar: Kültürel şizofreni ve büyüklük hülyası.” (Les Illusions de l’Identité, Paris, 1992. s. 318).

Osmanlıların “Acem palavrası” dedikleri bu “büyüklük hülyası” elbette İran’a özgü bir “illüzyon” değildi. Bilmiyoruz Farsçada da “Osmanlı palavrası” diye bir deyim var mı? Oysa son günlerine kadar bir sürü Osmanlı “ulema ve şuara” da benzer “büyüklük hülyaları”nı besleyip durdular. Sadece İslamcı hülyaların yerini Türkçü, “Kızıl Elma”cı hülyalar almıştı. Ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün “Biz hayatını ve istiklalini kurtarmaya çalışan erbab-ı sâyiz; zavallı bir halkız” teşhisiyle başlattığı ölüm kalım savaşı ile yeni Türkiye’nin temelleri atıldı. Osmanlıcılığın yeniden yüceltildiği bu son yıllarda ise, Abdülhamid’in allanıp pullanarak bir “Cihan hükümdarı” gibi sahneye sürülmesi eski “Osmanlı kibiri”nin bir tezahürü değil midir? Gerçekten de kof ve temelsiz “büyüklük hülyaları” 19. yüzyıl boyunca Osmanlılara en iyi niyetlerle yaklaşan yazarlarda bile düş kırıklığına yol açıyordu. Bilmiyorum ne kadar incelemiştir; fakat herhalde Azeri kökenli Shayegan’ın da bu konuda ilginç gözlemleri olmuştur.

•••

Shayegan, Batı’da 1980’lerde moda olan bir akım bağlamında, bir “zihin yapısı” analizcisi idi; zihinleri de biçimlendiren sosyo-ekonomik, sınıfsal güçler üzerinde durmadı. “Her türlü siyasal ideolojinin dışında” olduğunu söylüyordu; fakat bu tüccar çocuğu liberal demokrasinin sınırlarını aşamadı. Yine de kendi toplumu ile ilgili tahlilleri geniş ölçüde bizler için de geçerliydi. Üstelik gelecek için kötümser de değildi. 2015 yılında Financial Times’a verdiği bir beyanatta “İran toplumunun bir bütün olarak şimdiden post-İslam dönemde olduğunu düşünüyorum”, demişti; “Genç nesil çoğulcu kimlik gerçeğini kabul etti.” Yazar “post-İslamic” derken kuşkusuz İslam’ın değil, Humeyni-Hameney devrinin sona yaklaştığına işaret ediyordu. Ne dersiniz bizde de tüm demagojik söylemlere rağmen “post-Erdoğan” döneminin başlamak üzere olduğunu gösteren bazı işaretler yok mu?