Bir zamanlar “niyet okuma” denilen suçlamalar vardı. Muhafazakârlardan çok liberallerden yükselir, iki eksende tekrarlanıp dururdu

Bir zamanlar “niyet okuma” denilen suçlamalar vardı. Muhafazakârlardan çok liberallerden yükselir, iki eksende tekrarlanıp dururdu.
İlk eksen, AKP’nin demokratlığı meselesiydi. AKP’nin Batı’daki örnekleri gibi muhafazakar demokrat olduğu iddialarından kuşku duyanlar karşısında burun bükülüp, demokrasiye inanmışsak muhafazakâr demokrat olduğunu söyleyen AKP’yi içimize sindirmeli, niyet okumalarından vazgeçmeliydik. Mağdurları temsil etme, toplumu siyasete taşıma iddiasında olan, insan hak ve özgürlüklerinden söz eden, hatta AB ile müzakereleri başlatan bir iktidarın, nasıl olur da “demokratlığından” kuşku duyabilirdik! Hey gidi elitler; hey, kendini beğenmiş ulusalcılar, devletçiler, vesayetçiler!
İkincisi, siyasal İslam’ın yükselişinden kaygı duyanlara yöneltilirdi. Türkiye’nin laik bir devlet olmaktan uzaklaşıp “Ilımlı İslam” denilen bir modele doğru yol aldığından kaygı duymak, AKP’nin bu yolda bir davası olduğunu söylemek ne demekti! Laikçi, Kemalist, pozitivist aydınlanmacı gibi sıfatlar dolaşırdı etrafınızda. İslam’la demokrasinin bağdaşacağından kuşku duymak ise Haaşa! Cahil ve haddini bilmez olmakla kalmaz, top atışına tutulurdunuz!
Sonuç ne oldu? Bu tür kuşku ve kaygıları olanlar suçlandıkça seslerini çıkaranlar azaldı. Sesler azaldı ama ne yazık ki niyet okuma denilen şeyler gerçek oldu. Ne yazık ki diyorum; çünkü, hem demokrasi hem İslami mücadele konularında haksız çıkmayı isterdim. Ama öyle olmadı.
Bugün tek adamlıktan başkanlık istemlerine, torba yasalardan yargıya müdahaleye, özerk kurumlara tahammülsüzlükten medyaya hâkim olmaya kadar nereye dönseniz demokrasiden, hukuk devletinden, insan hak ve özgürlüklerinden uzak uygulamalarla çevrelenmiş durumdayız. Artık, sandıktan başka demokratik araç ve kurumlara yer vermeyen bir “kendine demokrasi” anlayışı karşısında olduğumuz ortada. Asıl önemlisi, artık bunu inkâra da gerek duymuyorlar. Anlıyoruz ki, artık, meydan okuma, pervasızca “istersen” deme devresine gelmişiz!
Ali Bayramoğlu 2002-2007 arasını, AKP için bir “varoluş kavgası” dönemi olarak nitelemekte. Haklı ve bu dönemdeki varoluş mücadelesine payanda olanların yapıp ettikleri de bu nedenle çok önemli; üzerinde durmam da bundan. Destekçilerin bir kısmı hâlâ tek adamın vesayetine girmekten memnun yollarına devam ediyorlar; bir kısmı da saflıklarından, kullanıldıklarından, yanıldıklarından söz etmekteler. Çoğu da, Erdoğan’ın 2011 seçimleri sonrası değiştiğinden söz edip başlangıçtaki desteklerini haklı çıkarmaya çalışmaktalar. Bu nedenle, toplumun yapısı ile tarihsel gerçeklerden, ya da inanç ile özgürlükler arasındaki çelişkiden söz  etseniz, size yabancı yabancı bakmaktan öteye gitmezler.
Bayramoğlu’na dönecek olursak, 2007-2014 arasını “iktidar savaşları” dönemi olarak nitelerken, bu dönemde eski rejimin aktörlerine karşı verilen savaşta” AKP’nin devlet alanına ilişkin tam kontrol ve konsolidasyon hali derinleşmeye başladı” diye yazmakta. Korktuğumuz da bu! İktidar mutlaklaştırılmış; yani AKP artık DEVLET olmuş demek!
Bu durumda, şimdi, devlet-devletçilik diye atıp tutanların, tek adam dönemine atıfta bulunarak devleti millet saymak, milleti devlette eritmek faşizmdir diye söylenenlerin işi zor diye düşünüyorum. Bu da benim saflığım! Çünkü bakıyorum da, AKP ve Erdoğan devlet olurken hâlâ milleti temsil etme iddiasından vazgeçmiyorlar; Barlas gibi “iktidar atanmışlardan seçimlere geçiyor” diye ahkam kesenleri de çok. Meğer ustalaştıkları alan, takiye becerisiymiş!
Bir de, Erdoğan’ın söz ettiği ve başardığını söylediği ama adı konmamış bir DAVA var ki, her gün konuşsak yeridir. Levent Köker bu “milli mücadele İslami mücadele” davası mıdır diye soruyor. Orhan Bursalı, Atatürk’ün çağdaşlaşma projesinin karşısına konan bir “tersine mühendislik” diye yorumlamakta.
Kendi adıma ise, “Dava da, davacı da, davalı da baştan belliydi; niyet okumakla suçlananlar ise, şimdi, Erdoğan’ın kendisi tarafından doğrulanmakta” diye düşünüyorum. Demek ki, artık Erdoğan için bunu açıkça üstlenmek, kendini -Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını açıkladığı konuşmada yaptığı gibi- “medeniyet  kurtarıcısı-kurucusu” olarak takdim etme zamanı gelmiş! Geçen yazımda değindiğim gibi, kendine medeniyet kurtarıcısı sıfatını yakıştırırken, Atatürk, İnönü gibi muktedir bir başkan olmak açısından bir eksiği kalmadığını da ilan etmektedir! Cumhurbaşkanlığı yarışında Samsun’dan başlayarak aynı yolu izleyecek olması da, yalnız tersine mühendislik açısından değil, öykünülenleri göstermek açısından da çok şey anlatmakta.
Peki, tüm bunların Türkiye için maliyeti ne olacak? Bir yandan demokrasi, laiklik, hukuk devleti gibi Türkiye’yi öteki İslam toplumlarından ayıran ilke ve değerlerin daha da tehlikeye girmesi var; öte yandan İslam kardeşliği içinde Ortadoğu’da mezhepler savaşının ortasına düşmek tehlikesi var. Gösterişli çıkışlar arasında asıl mesele burada.