Borsaların hızlı yükselişi sayesinde geçen yıl mülk sahiplerinin servetleri artmış olsa da, dünyanın altta kalan yüzde 99’unun gazabından korkuyorlar

Davos’tan başlayan bir ufuk turu...

Küresel elitler, diğer bir ifadeyle “plütokratlar” Alp Dağları’nın eteğinde, Davos Zirvesi’nde 48. kez buluştular. Şirket patronlarından, Elton John gibi sahne yıldızlarından, teknokrat ve siyasetçilerden oluşan 3 bin civarında “kaymak tabaka” mensubu, 2 metreyi bulan kar nedeniyle bu kez toplantı merkezine ulaşmakta oldukça güçlük çektiler.

Dünya Ekonomik Forumu’nun bu yılki teması, “Parçalanan Dünyada Ortak Gelecek Oluşturmak” idi. Bu başlık bile, küresel sermayeye hâkim olan endişeli ruh halinin bir yansıması gibi… 90’ların o güvenli, “serbest ticaret, kuralsızlaştırma, finansallaşma, özelleştirme” reçetesi etrafında şekillenen dayatmacı üslubunun yerine, “yoksullara, dışlananlara, göçmenlere” karşı daha “duyarlı” bir dil kullanılıyor. “Madem işsizsin, suçu önce kendinde aramalısın”, tarzı replikler terkedilmiş de olsa, ekonomik adaletsizliklerin giderilmesi için bir adım atılmıyor.

Trump’a böbürlenmek için malzeme sunan borsaların hızlı yükselişi sayesinde geçen yıl mülk sahipleri servetlerini tam %20 artırmış da olsalar, anlaşılan dünyanın altta kalan %99’unun gazabından korkuyorlar.

Oxfam örgütünün küresel eşitsizlik üzerine hazırladığı yıllık raporun açıklanması, yine Davos haftasına rastladı. Gelir ve servet dağılımında gelinen vahim noktayı bir kez daha gözler önüne serdi. Rapora göre, 2017 yılındaki servet artışlarının tam %82’si, %1’in hanesine yazılırken, dünyanın yoksul %50’sinin zaten yok denecek miktardaki serveti yerinde saydı. Her iki günde bir yenisi eklenince, dolar milyarderi sayısı da 2.043’e yükseldi.

Patronlar günah çıkarıyor

Aşağıdaki satırlar, bir sosyalist ya da sendikacıya değil, dünyanın en büyük yatırım fonu BlackRock’un tepe yöneticisi Larry Fink’e ait:

Sermaye bu süreçten aşırı yararlar sağladı. Düşük ücret artışları ve yetersiz emeklilik sistemleri çözüm beklerken, halkın hayal kırıklığı ve endişesi zirvesine ulaşmış durumda…

Davos’a katılan Amerikalı duayen sosyolog Arlie Russel Hochschild ise, kendini dışlanmış hisseden, toplumdan iyice yabancılaşan ülkesinin ücra köşelerindeki mavi yakalıların, Trump’ın elit karşıtı söylemine kulak verdiğini belirtti. Taşradaki “altta kalanların”, metropollerdeki işleri tıkırında meslek sahiplerine öfkelerini bu yolla ifade ettiğini söyledi. Siyahlara, Meksikalılara, göçmenlere yönelmiş bir tepkinin tehlikelerine dikkat çektikten sonra, çözümün sınıf temelli mücadelelerde yattığı tezini dile getirdi.

Ayrı bir yazıyı hak etmekle birlikte, bu noktada İlhan Cihaner ve Selin Sayek Böke’nin kaleme aldığı manifestonun, “sınıf temelli, emekten yana sol siyaset” vurgusunun çok yerinde olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Çünkü hem dünyada kapitalist küreselleşmenin yarattığı eşitsizlikler ve adaletsizlikler karşısında, en açık biçimde Jeremy Corbyn ve Bernie Sanders örneklerinde gözlendiği gibi, sosyal demokrat partilerin sola yönelişleri halkta karşılık buluyor; diğer bir ifadeyle manifesto “zamanın ruhuna” denk düşüyor. Hem de, AKP’ye itibar eden seçmeni, metinde de vurgulandığı gibi sağcılaşarak, “muhafazakar hassasiyetlere” prim vererek “kültür cephesinden” değil; “emek ve sömürü ekseninden” kucaklamak daha gerçekçi görünüyor…

Trump Davos’ta

Davos 2017’ye Çin Devlet Başkanı Şi Cinping damgasını vurmuştu. Cinping’in İsviçre Alpleri’nde ağırlanması bir anlamda Çin’in yükselişinin küresel elitler tarafından tescili sayılabilir; kapitalist küreselleşmeye sahip çıkan konuşması da, Trump korumacılığı savunurken, Mao’nun ülkesinin “kapitalist küreselleşmenin hamisi” rolüne soyunması, tarihin garip cilvesi olarak yorumlanabilir...

Davos 2018’in katılımcı kadrosunun çok daha zengin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Hindistan Başbakanı Narendra Modi ile yapılan açılışın ardından, Avrupa’nın üç büyük ülkesinin; Fransa, Almanya ve İngiltere’nin devlet ve hükümet başkanları birer birer sökün ettiler. Kanada Başbakanı Justin Trudeau’nun da katılımcılar arasında bulunduğu hesaba katılırsa, orijinal G-7’nin Japonya ve İtalya dışındaki 5 üyesi forumda temsil edildi. En merakla beklenen isim ise, tartışmasız, kapanış günü sahne alan Donald Trump’tı.

Trump’ın konuşması, basına yönelik kendi ölçülerinde küçük çaplı hakaretler dışında, oldukça yavan bulundu. Bu arada Beyaz Saray’a yerleşmesinin birinci yılı dolarken, ayrıcalıklı %1’in Trump’a yönelik endişelerinin giderek hafiflediği, “söyleminden ziyade eylemine bakalım” anlayışının egemen olduğu ifade ediliyor.

Pew Araştırma Merkezi’nin 37 ülkede gerçekleştirdiği ankete göre, dış politika konusunda katılımcıların sadece %22 Trump’a güven duyuyor. Bu ruh halinin bizim memleketteki yansıması da herhalde Afrin operasyonundaki hamasi söylemler için müsait ortam yaratıyor. Buna karşın, haftalık Amerikan dergisi New Republic’e göre, küresel elitler Trump’tan fazla şikâyetçi değil:

O dünyaya daha militarist ve acımasız bir dış politika, daha sıkı sınır kontrolleri ve daha kısıtlı çevre koruması vaad ediyor. Fakat Davos camiası, vergi indirimleri ve kuralsızlaştırma politikaları uyguladıkça bu söylemleri iplemiyor… (New Republic 27 Ocak 2017)

Ne var ki, haftalık The Economist dergisine göre, Pentagon’un yayınladığı 2018 Ulusal Savunma Stratejisi göz önüne alınırsa, büyük güçler arasında çatışma ihtimaline hiç olmadığı kadar yakınız. Aslında fazla yoruma gerek kalmaksızın derginin 26 Ocak tarihli kapağının başlığı bile mesajı aktarmaya yeterli: “Önümüzdeki savaş: Artan büyük güç çatışması tehlikesi.”

Angela Merkel ise, daha önce dile getirdiği Avrupa’nın kendi kaderini eline alması, ABD’den bağımsız bir dış politika izlemesi gerektiği görüşünü Davos’ta da yineledi:

Avrupa’nın dış politikada aktif bir kıta olmadığı ve sıklıkla ABD’ye bel bağladığı bir gerçek. Şimdi ise koşullar bizi daha fazla sorumluluk kabullenmeye, kendi kaderimizi kendi elimize almaya zorluyor…

Almanya’nın Afrin hârekâtında Türkiye’ye tepki göstermemesi, Leopard tankları satışının Berlin’in iştahını kabartması yanında, ABD ile göbek bağını kesme stratejisi kapsamında değerlendirilebilir…

Sermaye aktivizmi

Son yıllarda Davos’ta dikkat çeken eğilimlerden birisi de, “politik doğruculuk” yönünde atılan adımlar. “#Me Too”, yani kadınlara yönelik taciz konusunun, erkek konuşmacının bulunmadığı bir oturumla ele alınması, forumun “ruhunu kurtarma” çabalarının son tezahürü...

Financial Times’tan Rana Foroohar’a göre: sosyal adalet, çevre, neoliberal küreselleşmenin yarattığı olumsuzluklar gibi konuları gündeme taşıyan konuşmacıların foruma davet edilmesinin nedeni, kamuoyunun bu konulardaki memnuniyetsizliği.

Foroohar, Merck patronu Kenneth Frazier’in Trump’ın Charlottesville’deki ırkçı şiddeti kınamamasına yönelik protestosunu; Unilever’in başı Paul Polman’ın benzer şekilde ABD’nin iklim değişikliğine karşı Paris Anlaşması’ndan çekilmesini; Apple tepe yöneticisi Tim Cook’un LBGT haklarına saygı gösterilmeyen eyaletlerde faaliyetleri durdurma tehdidini, “patron aktivizminin” örnekleri olarak sıralıyor. ( F. Times, 24 Ocak 2018 )

TÜSİAD’ın “toplumsal cinsiyet” konusunda duyarlılık göstermeye başlaması, ismindeki “iş adamları” ifadesinin “iş insanları” şeklinde değiştirilmesi de küresel trendlerin bir yansıması olarak yorumlanabilir.

TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan’ın “liberal piyasa ekonomisinin barış ve refah getireceği beklentisinin boş çıktığını itiraf etmek durumundayız” sözleri ise somut bir gerçeğe dikkat çekmekle birlikte, arkasında yatan motivasyonun ne olduğunu yorumlamak doğrusu o denli kolay değil.

Hatırlanırsa, Kasım 2015’te Antalya’da gerçekleştirilen G-20 Zirvesi’ne Ali Koç’un kapitalizm eleştirileri damgasını vurmuştu. Koç, kapitalizmin insanileştirilmesini, iyileştirilmesini filan değil, “eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkmasını” savunmuştu. Ama aradan geçen süre içerisinde ne Koç Holding ne de İstanbul sermayesinin başka bir temsilcisi, bırakın böyle radikal önerilerin arkasında durmayı, işçilerinin yaşam koşullarının iyileştirilmesi için mütevazı bir adım bile atmadı.

Özilhan, Çin’in yükselişini hatırlattıktan sonra, “Liberal demokratik düzenin eşitlik ve adalet getirmediği, sadece batının emperyalist politikalarına hizmet ettiği iddiaları birçok ülkede güç kazanıyor” demişti.

Kelimelerin içinin iyice boşaldığı, “Zeytin Dalı” adıyla, “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı” ifadesi eşliğinde, Afrin operasyonunun sürdürüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Yukarıdaki sözlerin yoruma çok açık olduğu da ortada. Liberal demokrasi tasarımının, “insan hakları, özgürlükler, hukukun üstünlüğü” vaatlerinin giderek anlamını yitirdiği bir ülkede sarf edildiği için, Özilhan’ın sözleri , iktidar sözcüleri paralelinde bir Batı eleştirisi de sayılabilir; dolaylı yoldan “Saray rejimine” bir gönderme de…

2004 Eylül’ünde Ömer Sabancı başkanlığındaki TÜSİAD’ın gündeme gelen “zina yasasına” açık eleştiri yöneltebildiği, kanun teklifinin geri çekilmesinde pay sahibi olduğu biliniyor. Ne yazık ki, o dönemlerin bile geride kaldığı açık...

Keşke fikirlerin doğrudan özgürce dile getirilebildiği, TÜSİAD’ın bile şifreli ifadeler kullanmak zorunda kalmadığı bir ülkede yaşıyor olsaydık da, her lafın “mealini” anlayabilmek için göbeğimiz çatlamasaydı…