Google Play Store
App Store

Gerçek laiklik, halkçı, emekçi karakterde bir demokratik devrim programının bugün en önemli mücadele eksenidir ve inançlardan çok sınıflarla ilgilidir

Davutoğlu, Marx ve laiklik

DENİZ YILDIRIM (@denizyildirim79)

Başbakan Davutoğlu’nun AİHM’nin zorunlu din derslerinin hak ihlali olduğunu saptayan kararının ardından yaptığı açıklamaları çok konuştuk. Ancak merceği biraz yakınlaştırıp bakmayı önereceğim. Davutoğlu’nun zorunlu din derslerinin savunmasını yaparken kullandığı iki temel argüman var; üzerinde durmalıyız, bu sayede hem dinselleşme olgusunun sınıfsal ve jeopolitik işlevselliğini tarihsel olarak görmemiz mümkün olacak, hem de bu saptamadan yola çıkarak bugün gerçek bir laiklik talebinin neden halkçı ve bağımsızlıkçı bir talep karakteri kazandığını daha iyi anlayacağız.


Nedir bu iki argüman? Birinci argüman Türkiye İslamcılığı’nın dinselleşme olgusuna yaklaşımının özetidir. Davutoğlu özetle, “ben nasıl Marksizm öğrendiysem sizler de din dersi göreceksiniz” diyor. Kuşkusuz bu karşılaştırma tesadüf değil. İslamcılığın özellikle 50’li yıllarda İlim Yayma Cemiyeti’nin kurulmasıyla birlikte merkezi faaliyet alanı olarak eğitimi seçtiğini hatırlamalıyız, nitekim bu cemiyet 1951’de ilk imam hatip okulunu açmıştır ve bugün AKP Rejimi’nde özellikle eğitim alanında dinselleşme-İslamlaşma sürecinin Gülen’le yolların çatallanmasından sonra daha da ayrıcalıklı merkezi haline gelmiştir.


İslamcılar laiklik karşısında örgütlenme şansını elde ettikleri ilk andan itibaren eğitim alanına yöneldiler, çünkü Cumhuriyet’le başlayan eğitimde laikleşme süreci sonunda “pozitivist-materyalist” değerleri öne çıkaran, “manevi değerleri hiçe sayan bir kuşak” yetiştirilmişti. Dolayısıyla “pozitivist-materyalist” laik eğitim karşısında İslamcılık, “sivil” alandaki bu ilk örgütlenmesi yoluyla eğitimde dinselleşme girişimlerini hızlandırarak ve sonunda ülkedeki ilk imam hatip okullarını açarak yanıt verdi. Davutoğlu’nun açıklaması bu anlayışın izindedir. Buradan hareketle şunu görmeliyiz: Davutoğlu Marksizm’le aydınlanmacı-laik eğitim anlayışını kastediyor. Aydınlanmacı-laik eğitimse, Marksizm ya da sınıflar meselesi olmadan tartışılamıyor. Bu nokta Türkiye’de dinselleşme sürecinin sınıfsal karakterine dair bize daha çok şey söyleme şansı veriyor ve 50’li yıllarda hızlanan eğitimde dinselleşme dalgasının, yönünü Soğuk Savaş’ın anti-komünist cephe bekçiliğine çevirmiş bir rejim için “sınıfsal” bir korkuyla devreye sokulduğunu hatırlatıyor.


Gelelim Davutoğlu’nun açıklamasındaki ikinci argümana: Davutoğlu, zorunlu din dersiyle dinin içerik ve ideoloji olarak denetiminin sağlandığını, bunun sağlanması gerektiğini ima ediyor ve aksi durumda çevredeki radikalleşmelerin nelere yol açtığını hatırlatıyor. Bu da kritik; çünkü Türkiye İslamcılığı’nın dinselleşme sözkonusu olduğunda kendisini hep radikal akımlar karşısında bir tampon göreviyle ve başından beri Atlantik ittifakının çizdiği görev ve tehdit tanımları çerçevesinde tarif ettiğini hatırlatıyor. O halde açıklaması dinselleşmenin hem sınıfsal hem de jeopolitik işlevine dair bugüne kadar süregelen İslamcı pratikten bir kopuşu değil, sürekliliği ifade ediyor.


Bunun, laikliği tartışırken ya da laiklik mücadelesine dair perspektif belirlerken ne yararı var? Çok yararı var; Türkiye’de dinselleşme sınıfsal bir denetim ilişkisi; buna karşın bugün aşağıdan örgütlenecek bir laiklik talebi ve mücadelesinin sınıfsallığı aynı oranda görülmüyor ya da vurgulanmıyor. Davutoğlu’nun sözleri; bu sınıfsallığın karşı cephenin bilincindeki berraklığını bir daha gösteriyor; dinselleşme sözkonusu olduğunda artık zıtlık kılık-kıyafet ya da biçimsel, yaşam tarzı merkezli bir laiklik anlayışı ile tartışarak kurulamıyor. Bunu söyleyerek yaşam tarzlarına dönük mücadeleyi önemsizleştirmiyorum; yaşam tarzlarının korunması yolundaki laiklik mücadelesinin arkadaki bu sınıfsallığı yok sayarak dairenin içinde tur atacağını söylemeye çalışıyorum.


O halde bu sınıfsallığı açalım: Laiklik mücadelesinin bugün kazandığı sınıfsal ve siyasal anlamı iyi kavramadan önümüzdeki sorunları çözemeyeceğimiz ya da çözümleri erteleyeceğimiz görülüyor. Oysa bugün laiklik mücadelesi sınıf ilişkilerinde halkçı- emekçi karakterde ve jeopolitik/uluslararası sahada da bağımsızlıkçı bir anlama sahip. Neden, kiminle ve nasıl? Gelin Davutoğlu’nun sözlerini unutmadan bu hafta önce ilk kısmı, halkçı-emekçi karakter saptamasının gerekçelerini tartışalım:


Türkiye emekçileri öldürülüyor. Her cinayetin ardından “kader, fıtrat” sözleri ve tevekkül-isyan etmeme çağrıları duyuluyor. Bu isyansızlaştırma bağı bir yandan da hızla eğitimde dinselleşme ile kuruluyor. Emekçi, yoksul halk çocuklarına dinselleşme hem işçileşme hem de isyansızlaşma paketiyle birlikte dağıtılıyor. Dinselleşme yoksulları vuruyor, emekçileri burjuvazi adına denetliyor ve sınıf ilişkilerinde yumuşatıcı, tampon işlevi görüyor. Fakat hatırlatalım, dinselleşme AKP döneminde rejimin en önemli bileşenlerinden olsa da, dinselleşme tarihi AKP devri ile sınırlanamıyor. Türkiye burjuvazisinin yarım kalan devrimine ihanet ve Atlantik ittifakının kollarına atılma tarihi, aynı zamanda sola, emek hareketine ve laik-aydınlanmacı değerlere karşı saldırının, dinselleşmenin de tarihi. Bu doğal, kendi sınıfsal karakterine uygun tavır alıyor; laiklik yolundan açılacak bilinçlenme ve örgütlenme kapılarının farkına varıyor, o kapıları adım adım ve postal postal Atlantik denetimi ve gözetiminde yüzümüze kapatıyor. 12 Eylül ve artan dinselleşme, din derslerinin zorunlu hale getirilmesi, tarikat yapılarının hak temelli sınıf örgütlenmelerinin darbeyle ezilmesinden doğan boşlukta yoksul, emekçi halk arasında yer tutmasının önünün açılması hep bu sınıfsal bilincin ve korkuların ürünü. Türkiye’de gerçek anlamda bir laikliğin yerleşememesi burjuvazinin korkularının ve bu korkulardan türeyen saldırıların sonucudur ve bugün gerçek bir laiklik mücadelesi, dinselleşmenin laiklik karşısında öne çıkarıldığı andaki bu sınıfsal karakter anlaşılmadan ilerletilemez.  Laiklik, burjuva karakterde olmayan ve burjuvazi önderliğinde kurulamayacak bir demokratik devrim görevidir dememiz bundan.


İyi de, AKP döneminde hakim fraksiyonlar uzlaştılar mı yani? Hem de nasıl, AKP bu çatışmaları, sermaye içi sürtüşmeleri yumuşatma, yönetme görevini başarıyla üstlendi; ayrıca açarız, ancak burada belirtelim: Geleneksel siyasal aktörleriyle yönetme krizine giren Türkiye burjuvazisi, 2001 krizi sonrasında yoksul-emekçi halkın AKP eliyle denetlenmesini sermaye birikiminin ve karların garantiye alınması karşılığında “istikrar” adına onayladı ve dinselleşmenin emekçi sınıflar karşısında gördüğü tampon işlevden de ziyadesiyle yararlandı. İktidar bloğu için AKP ve dinselleşme, kriz sonrasında bir “sosyal riski azaltma projesi” işlevi gördü. Zamanında Hüseyin Çelik’in ettiği “biz olmasak sosyal patlama olurdu” sözü bu çerçevede değerlendirilmeli. Bugün sermayenin farklı fraksiyonları arasındaki çatallanmalar doğal olarak birikime ve üretilen rantın paylaşımına dair ve çatışmalarını laiklik-İslamcılık dillerine tercüme ederek gerçekleştirmeleri de artık sözkonusu değil; 28 Şubat 2002 mutabakatıyla bitti. 28 Şubat’tan bu tarihe kadar iktidar bloğu içindeki farklı sermaye fraksiyonları arasındaki çatışmanın ve sınıfsal taleplerin siyasal alana tercümesinin ifadesi olan laiklik-İslamcılık gerilimi, iktidar bloğu içi bir çatışma ekseni olmaktan bu mutabakatla çıkarıldı; mutabakata uymayan kanatlarsa Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlarla tasfiye edildi. İslamcılar neoliberalizme, neoliberaller emekçilerin İslam’la denetlenmesi projesine daha da yaklaştı ve laiklik ile dinselleşme arasındaki kutuplaşma iktidar bloğu ile halk sınıfları arasındaki sınıfsal kutuplaşmanın açık siyasal bir veçhesine böyle dönüştü. Anlayalım, bugün laiklik sözcüğünü eski rejimin 90’larda toplumu ve siyaseti denetlemek için kullandığı bir iktidar stratejisinin ve sermaye içi çatışmanın bir kanadının tezlerinin içinden değil; iktidar bloğunun dışından ve halkçı bir talep dairesinden seslendiriyoruz, çekinmeden görelim ve seslendirelim.
Hafta içi Erdoğan’ın katıldığı TÜSİAD toplantısına bakınız; “kutuplaşma bitsin”; “bankacılık sistemine, Merkez Bankası bağımsızlığına dokunulmasın, Babacan kalsın”; özetle 2001 sonrası Derviş eliyle kurulan hegemonya devam etsin. Talepleri budur ve tek satır dinselleşme eleştirisi, laiklik vurgusu bulamazsınız. O zaman önce uzlaşalım; laiklik ekmek gibi, su gibi gereklidir ve bu gereklilik burjuvazinin yönü görülmeden ve burjuvaziden laiklik beklenerek sağlanamaz. Gerçek laiklik, halkçı, emekçi karakterde bir demokratik devrim programının bugün en önemli mücadele eksenidir ve inançlardan çok sınıflarla ilgilidir.


Böyle bir laiklik modeli için TEKEL Mahallesi’ni, Gezi Cumhuriyeti’ni hatırlayalım: TEKEL Direnişi’nde ortaya çıkan birlikte yaşam pratiği Türkiye’de gerçek bir laiklik yolunda emekçilerin atabileceği adımları sergilemiş; Haziran Ayaklanması; kamusal bir yağma karşısında başlayan halkçı direnişin örgütlediği Gezi Cumhuriyeti’nde inanan ve inanmayanların birlikteliğini tıpkı TEKEL Mahallesi’nde olduğu gibi, piyasa ilişkilerini dışarıda bırakarak modelleştirmiştir. Dolayısıyla bu modeller de ilk maddedeki saptamayı doğruluyor; piyasa ilişkilerinin ve burjuva karakterin geriletildiği her alanda aşağıdan, gerçek ve birarada yaşamanın demokratik yollarını keşfeden yeni bir laiklik de yeşeriyor. Türkiye piyasacılığa yaklaştıkça dinselleşiyor; piyasacı yağmadan uzaklaştıkça laikleşiyor. Tekel’den Gezi’ye pratiğimiz bunu öğretiyor. Bu saptama Paris Komünü’nde halkçı demokratik önlemler listesinin ilk üç sırasında kilise ile devletin ayrılmasının, dinsel öğretim kurumlarının laikleştirilmesinin ve zorunlu-parasız, laik okulun yer almasıyla da tarihsel olarak bütünleşiyor.
Ya bağımsızlık; laiklik mücadelesi neden bağımsızlık programının olmazsa olmazı? Bunu yine Davutoğlu’nun dinselleşme ile radikalizm arasında kurduğu bağ ve jeopolitik rol tarifi çerçevesinde tartışmak üzere önümüzdeki haftaya bırakalım.