Başbakan’ın hem Paris’te yürüyüşe katılması hem de “Bu ülkede Hazreti Muhammed’e hakarete izin vermeyiz” demesi, daha birçok şeyin yanında “İslam dünyası” ve “Batı” ilişkisinin güncel konumunu açıklıyor.

Davutoğlu’nun anlattıkları

Başbakan Davutoğlu’nun hem Paris’te yürüyüşe katılması hem de “Bu ülkede Hazreti Muhammed’e hakarete izin vermeyiz” demesi, daha birçok şeyin yanında “İslam dünyası” ve “Batı” ilişkisinin güncel konumunu açıklıyor. Charlie Hebdo yürüyüşünden dönen Başbakan,  Charlie Hebdo karikatürü bastığı için tehdit altındaki Cumhuriyet gazetesini azarlıyor, tehdit ediyor. Bu örnek bile, İslam dünyası ülkelerinin, kendi aralarında Batı’yla olan sorunlarından daha çok soruna sahip olduğunu ve İslam ülkelerinde iktidarların, kendi yurttaşına Batı’ya karşı takındığı tutumdan çok daha gaddar tutum aldığını göstermeye yetiyor.  

Her şeyden önce şunu belirtmeliyiz: Radikal İslamcılar, Batı’nın yıkılmasını ya da Yahudilerin yok edilmesini savunurken Batı’dan, İslam’ın kendine çeki düzen vermesi bekleniyor. Batı düşüncesine göre, İslam kendini yenilemeli, yani tıpkı Hıristiyanlıktaki gibi, nihayet dinde reform yapmalı. Batı düşüncesi İslam aydınlanması yaşanmadığı için radikalliğin ve terörün yaşandığını düşünüyor. Batı düşüncesi derken, seküler  Hıristiyan-Yahudi düşüncesi kastedilmektedir. Batı, İslam’ın yıkılmasını değil, İslam’ın kendine benzemesini istiyor. İslam ülkelerinin hemen bütün diktatörleri de bunu biliyor. 

Müslüman Demokrat Müslüman Kardeş’e karşı 
İslam ülkelerindeki iktidarlar hem Batı’dan gelen “liberal İslam” çağrılarına karşı olumlu cevap vermek ya da aslında tam da Batı’yla aynı anlayışta olduğunu göstermek hem de ülkede yedekte tuttukları radikal kitleyi idare etmek zorunda. Yani Davutoğlu örneğine dönecek olursak, Türk hükümetinin Batı’yla olan kapitalist-ekonomik ilişkileri birinci davranış biçimini, ülkede iktidarı koruma, muhalefeti bastırma ve %50’yi elde tutma hırsı da ikinci tür “dengeci” davranış biçimini gerekli kılıyor. Bu durum, aynı Erdoğan’ın içeride Alevilere hiçbir hakkını vermezken Batı’da diğer dinlerle “medeniyetler ittifakı-dinlerin birliği” toplantıları yaptığı dönemdeki gibi. Erdoğan bu ittifakı kurarken Batı’ya “Müslüman demokratlar” olduğunu anlatıyordu. Arap Baharı’ndaki siyasal İslam’ın yükselişinden sonra, Erdoğan artık rüzgârın “Müslüman Kardeşler”den yana olduğunu anladı ve dengeyi bu kesimden yana bozdu.  

Batı uzun yıllar, hatta düne kadar bile, Türkiye’de iktidar eliyle, Batı tarzı bir dinsel yapılanma ve reform olabileceğine inandı.  Yani bildiğiniz gibi, fanatik siyasal İslam yerine ılımlı İslam Türkiye’ye tam gelmek üzereydi ki, İslam ve iktidar ilişkileri Batı’nın hesap edemediği bir tarz olarak geri tepti. (Hoş, Kemalizm’in yoğun etkisi nedeniyle Türkiye’de İslam aslında Batı’ya çok benzer yanlar edindi. Başka zaman nerdeyse hiç kullanılmayan ama sadece cumaları ve bayram namazlarında, tıpkı Pazar ve Noel ayininde dolan kiliseler gibi dolan camileri düşünün…) 

Devletin temeli camidir
Ancak, Batı düşüncesine göre, camilerin cuma günü dolmasının bir anlamı yok. Asıl önemli olan cami ve devletin ayrılması. Batı’da yıllardır ayrılmış olan bu durum, İslam dünyasında henüz tartışılamaz bir tabu durumunda. Tarihsel olarak bunu tartışmayı denemiş Türkiye gibi ülkelerde ise, Arap Baharı’ndan beri gerçekten İslam bir Rönesans yaşıyor. Türkiye’de sadece cami ve devletin birleştirilmesi değil, her ikisini de destekleyecek onlarca yeni kurumsal ve ideolojik yapı oluşturuluyor. Bilimsel kuruluşlar, okullar, sendikalar, medya kuruluşları, üniversiteler yani devletin tüm ideolojik aygıtları dinsel içeriğe büründürülüyor. Devlet din devleti oluyor. Tersten söylemek de mümkün: Din, devletin çimentosu halini alıyor.  

Batı’da devlet, laik olsun olmasın, bütün aygıtların, ideolojilerin ve kurumların üzerinde bir seküler hukukla kontrol ediliyor. İslam ülkelerinde ise, bırakın devletin hukukla kontrolünü, devletin kurumsal yapısından çok liderin azameti ortada görünüyor ve dinin fedaisi konumundaki bu lider devletle özdeşleşiyor (Aynı zamanda bu lider milli irade oluyor). Batı düşüncesi ve kurumsallaşmasıyla İslam düşüncesi ve despotizmi arasındaki en büyük fark işte budur. Hüsnü Mübarek’ten Saddam’a kadar bu böyleydi, Sisi’den Erdoğan’a kadar da bu böyle. 

Alev Alatlı haklı
Yani, İslam bir “din” olmaktan çok, bir ideolojidir ve hatta tekçi lider ideolojisidir. Aydınlanma ya da reformizme kadar Hıristiyanlık da aynen böyleydi. Batı’da, yurttaşın kutsal olsa da olmasa da kendi koymadığı ve değiştiremeyeceği hiçbir yasaya uymayacağını ilan edip seküler akla geçtikten sonra parlamenter demokrasinin de geliştiğini, lider sultasının sona erdiğini hatırlayın. (Biliyorum bu lafların Marksist literatürde yeri sağlam değil. Ben de zaten Marksist bir tartışma peşinde değilim.) 

Sadece Türkiye’de değil öteden beri hemen bütün Müslüman ülkelerde ise, parlamento yerine devlet vardır ve devlet, bir üst hukukun ya da kurumun değil entrikalarla dolu yüzlerce İslami, yarı İslami kurumla, onlardan beslenen büyük liderin adıdır. Kurumlar, ilişkiler, akrabalar, çeteler bolluğu olan bu ülkelerde bir tek parlamentonun esamisi okunmaz. Parlamento olmayınca muhalefet de olmaz. Türkiye son 15 yıldır diğer Ortadoğu ülkelerinin düzeyine çıkmak için ilerliyordu ve geldiğimiz yerde de başardığı görülüyor. Alev Alatlı’nın Türkiye Rönesans yaşıyor demesi bu anlamda tamamen doğru bir tespittir. 

İslam dünyası: Hayal dünyası
Burada “İslam mı bu yapılanmayı sağlıyor yoksa devleti ele geçiren klan ya da lider mi İslam’ı bu halde kullanıyor” sorusunu da tartışmak yerinde olabilir. Bence, her ikisi de doğru. Çeşitli biçimlerde İslam’la yönetilen ülkelere bakalım: İran, Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye, Pakistan… Bu ülkelerin hepsi İslam’la yönetildiği halde hiçbiri diğeriyle dost değil. Ama tüm ülkelerin yönetim biçimi, siyasal durumu, liderlik özellikleri, iktidar erkinin yapısı, demokrasiyle ilişkileri birbirine çok benziyor. Uyguladıkları İslam anlayışının birbiriyle ilgisi olmayan ülkelerin, diğer bütün özelliklerinin birbirine benzemesi soruyu daha da ciddi kılıyor. Ayrıca, bu sorunun içinde belki de gerçek İslam ne sorusuna da cevap arayabiliriz. Kendilerine göre, Suudi Arabistan’ın uyguladığı da gerçek İslam, İran’ın uyguladığı da… Öte yandan, “İslam dünyası diye bir şey yok, olsa olsa bu hayal dünyası” diyen de haklıdır.   

Neden herkesin söylediği doğru: Çünkü IŞİD, herkes Peygamber’in zamanında yaşadığı gibi yaşayacak derken, kimin nasıl yaşadığından çok kendi iktidarının ne kadar güçlü olduğu ile ilgileniyor. Yani IŞİD’nin gücünü kimse test etmeye çalışmasın diyor. Davutoğlu’nun neden sürekli “Kimse Türkiye’nin gücünü test etmeye kalkmasın” dediğini de düşünebilirsiniz… 

Davutoğlu din değil siyaset peşinde
Başa dönecek olursak, Fransa saldırısı, özgür düşüncenin çekirdeğine yapılmış bir saldırıdır. Bunu sadece basın ya da düşünce özgürlüğü açısından bir mesleki tutum olarak değerlendirmemek gerekir. Düşünce ve basın özgürlüğünün en uç sembolüne yapılmış saldırı toplumun, demokrasinin ve parlamenter siyasetin sindirilmesidir. Müslümanlar arasında şiddeti savunmayan ama Peygamber’e hakaret ettiği için Paris katliamını onaylayan azımsanamayacak bir Müslüman kitle var. Ayrıca, katliamın arkasında “İslam’ı gözden düşürmek veya İslamofobi yaratmak için bazı kesimlerin parmağını” arayan komplo teorisyenlerini de bu kategoride değerlendirmek gerekiyor. 

Bu kesimler özünde siyasallaşma yolunda olan “dindar” İslamcılardır.  Davutoğlu’nun Cumhuriyet’i azarlaması sonrası bu kitlenin dinden biraz daha uzaklaştığını ve daha da siyasallaştığını söylemek hata olmaz.