“Hatay’da 6,4 şiddetinde deprem olduğu gün Defne’deydik. 1999’daki Gölcük depreminde beraber çalıştığım arkadaşlarımla tekrardan karşılaştım. Dayanışma Gönüllüleri yine oradaydı.”

Dayanışma için her köyde her kasabada bizi görecekler
Fotoğraf: BirGün

Sercan Meriç

Bugüne kadar milyonlarca izleyiciyi hem televizyonda hem de sinemada güldürdü Cengiz Bozkurt… Sadece güldürmekle de yetinmedi. 1999 Depremi’nin ardından yardım için Gölcük’e koşmuştu. 6 Şubat’taki depremin ardından da bulduğu ilk fırsatta bölgeye gitti. Üç hafta boyunca Dayanışma Gönüllüleri ile yemek dağıttı, çadır kurdu, depremzede halka moral verdi. Öyle her gün sosyal medya paylaşımıyla şova da çevirmedi geçen süreci. Sessiz sedasız yaralara merhem olmaya çalıştı. Cengiz Bozkurt’u BirGün TV’de misafir ettik. Dayanışma Gönüllüleri’nin neler yaptığını konuştuk.

6 Şubat'ta Kahramanmaraş'ta gerçekleşen iki büyük depremin ardından muazzam bir dayanışma seferberliği oluştu. Siz de uzun bir dönem afet bölgesindeydiniz. İlk olarak ne zaman bölgeye ulaştınız?

Ben 6. gün oradaydım. İlk olarak Kahramanmaraş'a gittim. Maraş'ta eşimin de köyü olan Çiğli Köyü, “ortasından fay geçen köy” diye haberlere çıktı. O küçücük köyde bile yaklaşık 32 kayıp var galiba. Bütün evler hasarlıydı. İlk olarak akrabalarımıza sahip çıktık orada. Ben birinci günden itibaren yardımları koordine etmeye başlamıştım. Dört çeker bir arabam olmadığı için hemen yola çıkamadım. Daha sonra bir arkadaşımla yola çıktım. Köye ulaştığımızda zaten daha önce koordine ettiğimiz yardımlar oraya ulaşmıştı. Daha sonra Maraş merkeze geçtim. Merkezde kurtarma çalışmaları devam ediyordu. Enkazın altında hâlâ canlı insanlar vardı. Hatta telefonlara mesajlar geliyordu. Biz de çalışmalara yardım ettik. Tabii profesyonel olmadığımız için bizim desteğimiz genellikle moral vermek ve lojistik açıdan yardımcı olmaktı. Daha sonra Nurdağı’na, sonra Adana'ya ve Hatay'ın hasarının çok büyük olduğunu öğrendiğimizde SOL Parti'nin yönetici ve üyeleriyle Hatay’a geçtik. Hatay’da 6,4 şiddetinde deprem olduğu gün Defne’deydik. 1999’daki Gölcük depreminde beraber çalıştığım arkadaşlarımla tekrardan karşılaştım. Dayanışma Gönüllüleri yine oradaydı. Onlarla beraber işte tekrar buluştuk ve eski günlerdeki gibi hemen yardımları koordine etmeye başladık. Oradaki durumu da çok iyi bir noktaya getirdiğimizi düşünüyorum. Hem Defne'de hem İskenderun'da hem de Malatya'da Dayanışma Gönüllüleri çeşitli noktalar oluşturdu. Uşak’tan gelen de vardı, Artvin’den gelen de… Türkiye’nin her yerinden gelen gönüllülerle beraberdik. Türkiye'nin bütün şehirlerinden arkadaşlarımız geldi.

Dayanışma Gönüllüleri nasıl ortaya çıktı? Depremde nasıl bir yardım ve dayanışma faaliyeti yürütüldü?

Dayanışma Gönüllüleri 1999 depreminde organize olmuş ve bir ortak refleksle harekete geçmişti. O zamanlar bizim siyasi geleneğimizin ismi Özgürlük ve Dayanışma Partisi’ydi. Dayanışma Gönüllüleri adı oradan geliyor. 1999’da çok kitlesel bir desteğimiz vardı. Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin ilk yıllarıydı. Birçok genci, insanı mobilize edip oraya kanalize edebilmiştik. O dönemde de çok büyük katkılarımız olmuştu. O zamanlar resmî yetkililerle işbirliği içine girmiştik. Onlar bizim önümüzü de açmıştı. Ben o zamanlar İngiltere'de yaşıyordum. İngiltere'de Dayanışma Gönüllüleri adı altında biz de faaliyet yürüttük. Yardım topladık ve getirdiğim o yardımların çok büyük bölüm maddiydi. O yardımları bin kişilik İzmit Cephanelik Çadır Kampı’na ulaştırmıştık. O zaman da şu anda İskenderun'da yardımlarda yer alan Can arkadaşımız beni karşılamıştı. O zamanlar ben Londra Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü'nü bitirmiştim. Bir kamerayla o depremler ilgili de bir belgesel yaptım. O zaman da arkadaşlarımız gelen yardımları koordine etmişlerdi. Çocuklar için oyun atölyeleri, derslikler kurmuştuk. Fotoğraf atölyesi yapılmıştı. Fotoğrafları karanlık odada hazırlıyorduk. Yaklaşık bir yıl boyunca da bölgeye gidip gelmiştik. Hemen arkasından Düzce depremi olmuştu. Dayanışma Gönüllüleri Düzce depreminde de uzun süre faaliyet yürüttüler. Biz de onlara destek olduk. Ben o grubun da arasında vardım. 24 yıl sonra çok daha büyük bir yıkımla karşı karşıyayız. Tamamen koordinasyon koptu, ilk 3-4 gün hiçbir yere ulaşılamadı. Korkunç bir tabloyla karşı karşıyaydım. Sanki onlarca uçak bir bölgeyi bombalamış ve çıkmış gibiydi.

Savaşlarda görev yapan muhabir arkadaşlarımız da aynısını söylüyor…

Evet, savaşta bile bu tabloyla karşılaşmamış olabilirler. Biz bir siyasi geleneğin devamı olan insanlarız. Ortak refleks gösteriyoruz. Böyle bir durumda yine Dayanışma Gönüllüleri hemen faaliyetleri organize etmeye başladı. Biz de onlara eklemlendik diyelim. İskenderun'da, Defne'de, Samandağ’da yüzün üstünde köye ulaştık. İskenderun merkezde Cemevi’nin yanında günde 3 öğün yemek çıkarmaya başladık. Sahra bölgesi kurduk. Çocuklar için derslik kurduk. Aynı zamanda moral sağlamak için deprem bölgesindeki insanlarla yakın temas içindeydik. Sohbet etmek, bir ateşin başında ısınmak, çayı paylaşmak, dertlere ortak olabilmek aslında oradaki insanların en çok istedikleri şeydi. Bu insanların tek istedikleri şey muhatap olabilecekleri birilerini bulmak, onlarla sohbet etmek. Birlikte bir ateşin başında ısınacak insanlara ihtiyaçları vardı. O durumda bile neşeli sohbetler ettik diyebilirim. Komedi filmlerinden belki de gördüklerinde beni görünce yüzlerine bir gülümseme oturdu. Benim için çok mutluluk kaynağıydı bu. Gerçekten bir gülümsemeye, tebessüme o kadar ihtiyaçları vardı ki. Hatta kendileri şaka yapıyorlardı. Filmlerimden örnekler veriyorlardı. Konteyner kentlerde, çadır kentlerde güzel sohbetlerimiz oldu diyeyim.

VHS kasetlerden, fotoğrafların basıldığı karanlık odalardan bahsettik. 24 yılda bunların hepsi dijitalleşti. Teknoloji ilerledi. Ancak yine yıkımlardan, yine enkazlardan bahsediyoruz. Sosyal medyanın da faydası olduğu kadar zararı olduğunu da gördük. Siz ve oradaki insanlar nasıl etkilendi bundan?

Ben zaten sosyal medyayı çok seven bir adam değilim. Biraz eski kuşak kalıyoruz herhalde. Yaşama müdahil olduğumuz bir kuşaktan geldiğim için sosyal medyadan paylaşım yapmayı, hikâye paylaşmayı, acı propagandası yapmayı anlamsız buldum açıkçası. Onun için de hiçbir paylaşımda bulunmadım ne Instagram'da ne Twitter'da… Benim için işte orada öncelik sosyal medyada görünür olma çabasından ziyade insanlarının acılarına ortak olmaktı. O dertlerin arasında görünmez olma çabasıydı. Bir sürü gerekli gereksiz paylaşımlar yapıldı. Gerekli olduğu yerler de vardı. Yardımlar için de etkiliydi. Eminim bu sayede birçok hayat kurtarılmıştır. Gerekli kullanıldığında çok faydalı olan ama herkesin böyle hücum edip de sanki bir mecburiyet varmış gibi kendisini gösterme çabası içine girdiğinde son derece anlamsız ve beyhude bir araç oldu sosyal medya. Hatta dezenformasyona sebep olabilecek şeyler de yaşandı. İşte, “Hatay'da baraj patladı” yalanının bu kadar hızlı yayılmasının bir sebebi de sosyal medyaydı maalesef. O sırada arama kurtarma çalışmaları 8-10 saat aksadı. Hem de çok hayati bir zaman aralığında... Bunun acısını, bunun sorumluluğunu kim üstlenecek acaba?

Peki, bir yandan ihtiyaçları karşılamak için muazzam bir seferberlik varken, diğer yandan biz gereksiz kıyafetlerden oluşan çöp yığınları ile de karşılaştık. Bugünden itibaren bölgenin ihtiyaçlarını karşılamak için nasıl bir yol yürünmeli?

Söylediğin çok doğru. Bir zaman sonra ikinci el gönderilen elbiselerin hepsi sokaktaydı. Biz Cemevi’nin yanındaydık. Cemevi’nin bahçesi giysiler doluydu. Cemevi’nin içinde de hiç kullanılmamış kutular, ayakkabılar, giysiler vardı. Hatta onları da alıp depremzedelere dağıtmaya çalıştık. Niye içeride olduğunu da anlayamadık onların. Ama oradaki en büyük sorun tabii ki su ve temizlik sorunu. Tuvaletler büyük önem arz ediyor. Su çok temel bir ihtiyaç. Tek kaynağımız vardı. O da pet şişelerdi. Pet şişelerde inanılmaz bir çöplüğe neden oldu. Hani 100 TIR su gönderseniz neredeyse 2-3 gün dayanacak Hatay bölgesine. O şekilde, hızlı bir şekilde kayboluyor yani. Çünkü büyük bir tüketim var. Bu durumda yapılması gereken şey tabii ki suyun bir şekilde arıtılması, şebeke suyunun kullanılması. Çünkü şebeke suyuna kanalizasyon karıştığı için içilemeyecek durumda. Biz bu şebeke suyunu, içme suyuna çevirmeye başladık. Kanadalı bir firmayla, Amerikalı bir firmayla, gönüllü olarak oraya gelen insanlarla, Datça'dan gelen bir işinsanı Atilla Bey’le çalışmaya başladık. Firmalarla görüştük ve şu anda Dayanışma Gönüllüleri olarak İskenderun'da biz şebeke suyunu temiz suya çevirmiş durumdayız. Çok büyük bir oranda belki ihtiyacı karşılamayacak ama bu bir öncü proje. Onun dışında çadırlar vardı. Çadırlarla ilgili de şunu söyleyeyim. Neredeyse 8-10 tür çadır vardı. Çin’den gelen çadırdan Kore çadırına, ODTÜ Mezunlar Derneği'nin tasarladığı çadırlardan TMMOB çadırına kadar… Ben çadır kurma timindeydim aynı zamanda. Mesela Kızılay çadırını bir yerden bir yere taşımaya çalıştık, kuramadık tekrardan. Çin veya Kore çadırı vardı, onu da yeniden kuramadık. Anladım ki bir deprem bölgesine kurulumu son derece kolay çadırlar gönderilmesi gerekiyor.

Tabii Malatya'nın iklimi farklı, Hatay'ın farklı...

Evet, bazı çadırların mesela tabanlığı yoktu. Tabansızdı. O da çok büyük bir soruna sebep oldu. Biliyorsunuz şimdi yağışlar arttı bölgede. En büyük sorunlardan biri de çadırların içine su girmesi.

Son olarak şunu sormak istiyorum. Bu dayanışmanın sizde yarattığı his neydi, bu dayanışma ekseninde yeniden ayağa kalkmamız için nasıl bir pusulaya sahibiz?

Benim eşimin köyüne Bafra'dan da yardım geldi, Antalya Konyaaltı'ndan da geldi. Halkımız Türkiye'nin her köşesinden ellerinde ne varsa bölgeye yardım gönderdi. Bunu gördük. Bu beni çok sevindirdi ve umut verdi. “Abi sen burada ne arıyorsun?” gibi bir soru sormuştu bir arkadaş. Ben de “Biz bu ülkenin delileriyiz. Bu ülkeyi deli gibi sevenleriyiz” demiştim. Bizi her köyde, her sokakta, her şehirde, her kasabada görecekler ve görmeye devam edecekler.