Google Play Store
App Store

Yönetmen Sibel Karakurt, ‘Eskisi Gibi’ filminde enkazdan ampute edilerek çıkarılan çocukların hikâyesini anlattı. Karakurt, “Çocuklar hayatla kurdukları bağla, mücadelenin en güçlü reçetesini kendileri yazdı” dedi.

Dayanışma ile iyileşeceğiz
Fotoğraf: BirGün

Tuğçe ÇELİK

6 Şubat depremlerinin ardından 2 yıl geçti. Hiçbir şey ‘eskisi gibi’ olmadı. Yönetmen Sibel Karakurt çektiği Eskisi Gibi adlı belgeselde enkazdan ampute edilerek çıkarılan çocukların hikayesine odaklandı. Ailelerini, sevdiklerini Adıyaman ve Hatay’da yitiren çocuklar, yaşadıkları travmaların yanında uzuv kaybıyla da baş etmek zorundalar. Eskisi Gibi, Adana’daki Çukurova Üniversitesi Çocuk İyilik Merkezi’nde tedavi sürecindeki çocukların dayanışma ve mücadelesini göstermesi açısından oldukça değerli.

Belgeselde 60 saat enkaz altından çıkarılmayı bekleyen Aliye Dinç ile Yaren Çiftçi’nin birbirlerine destek olma süreci ele alınıyor. Film, konteyner kente dönüşen, bir yandan da devasa bir şantiyeyi andıran Hatay’da depremzede yurttaşların yaşadıkları sorunların çözülmek şöyle dursun katmerlendiğinin de görsel bir kanıtı niteliğinde. Yönetmen Sibel Karakurt ile Eskisi Gibi belgeselini konuştuk.

Belgeselin adı, 6 Şubat depremlerinden önceki hayata duyulan özlemi ve bu olayla hayatın travmatik bir biçimde kesintiye uğramasını çağrıştırıyor. Siz nasıl yorumlarsınız? 

Değişim ve dönüşüm, her zaman sancılı süreçlerdir. Ancak toplumsal travmaların yol açtığı değişimler, bireysel ve kolektif hafızamızda çok daha derin yaralar açar. 6 Şubat, ülkemizin yakın tarihindeki en büyük kırılmalardan biri oldu. Sadece fiziksel bir yıkım değil, aynı zamanda psikolojik bir çöküş de yaşadık. Geri dönüp bakmak istemediğimiz, hatırlamaktan kaçındığımız ama içimizde hep var olacak bir travma. Aliye, Hatay’dan bahsederken bir noktada “eskisi gibi değiliz” dedi. Bu söz beni düşündürdü. Eskisi gibi olmayan şey neydi? Hem anlatıcı olarak benim hem de izleyicinin değişen dünyasında, kaybolan ve dönüşen şeyler nelerdi? Bu belgeselde, ‘eski’yi ve ‘yeni’yi parantez içinde boş bırakmak istiyorum. Çünkü bu boşluk herkes için farklı anlamlar taşıyor. Eski neydi? Yeni halimiz nereye gidiyor? Eskiyle yeni arasındaki kırılma noktası neydi? Bunlar, sadece benim değil, anlatıcıların ve izleyicinin de kendi içinde cevaplaması gereken sorular.

EN ÇOK ÇOCUKLAR GÖZARDI EDİLİYOR

Filmde 2 genç kızın mücadelesine ve bedensel eksikliklerini kabullenme sürecine tanıklık ediyoruz. Objektifinizi neden bu çocuklara çevirdiniz? Bu süreç sizde ne tür değişimlere yol açtı? 

Afetlerde en çok unutulan, göz ardı edilen grup çocuklar ve gençler oluyor. 6 Şubat depreminde binlerce çocuk ve genç, farklı yaş gruplarında ampütasyon yaşadı. Ancak onların hikayeleri çoğu zaman duyulmadı, anlatılmadı. Deprem sonrası iyileşme süreci yalnızca konut yapımıyla sınırlandırılmışken, ben o hayatları tamamen değişmiş çocukların hikayesini anlatmak istedim. Bu filmin yapım sürecinin zor olacağını başından biliyordum. Bu yüzden hem kendimi hem de ekibi, bu ağır hikayeleri anlatmaya hazır hale getirdim. Depremi yaşamış herkes için öncelik, o anı ve sonrasında yaşadığı kayıpları anlatmak ve paylaşmak. Bunun bilinciyle bölgeye gittik ve bizi bekleyen duygusal yükü kabullenerek yola çıktık. Ancak orada fark ettiğimiz bir şey vardı: Hem fiziksel hem de duygusal iyileşme süreçlerini gözlemlediğimizde, bize düşen sadece onların gündelik hayatlarına dahil olmak ve sessizce tanıklık etmekti. Çünkü onlar, hayatla kurdukları bağla, travmayla mücadelenin en güçlü reçetesini zaten kendileri yazmıştı. Zorluklarla mücadelelerini, hayata tutunma biçimlerini, en doğal halleriyle bize gösterdiler.

Çocuk tedavi merkezinin, tüm zorluklara rağmen çocukların bedensel ve ruhsal sorunlarına çözüm bulmaya, deva olmaya çalışması çok değerli. Çocukların aralarındaki dayanışma bilinci dikkat çekici. Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz? 

Hikâyenin en güzel yanı, aslında yaşama riskimizin olduğu her afette en güçlü iyileşme reçetemizin toplumsal dayanışma olması. Biz, birbirimize iyi geliyoruz. Anlatarak, paylaşarak, konuşarak, dinleyerek iyileşiyoruz. Ben, hikayelerin iyileştirici gücüne inanan biriyim. O yüzden masallar kıymetli. Annelerin, çocuklarını gündelik hayatın karmaşasından çekip çıkardığı, onlara huzur alanı açtığı o masallar… O yüzden ağıtlar, türküler kıymetli. Çünkü kayıpları, kavuşmaları, üzüntüleri, sevinçleri toplumsal hafızaya kaydetmenin en güçlü yollarından biri. İnanıyorum ki, hikayeler sayesinde çok daha derin bir iyileşme yaşayabiliriz. Bu filmde tanıdığımız çocuklar, gençler bize tam da bunu anlatıyor. Hayatta kaldılar, ağır kayıplarla yüzleştiler, beden bütünlüklerini kaybettiler ama birbirlerine tutunarak, ilgiyle, sevgiyle hayata tutundular.

∗∗∗

HATAY DA AMPUTE OLMUŞ BİR KARAKTER

Deprem bölgesinde 2 yıl geçmesine rağmen yurttaşların hayatı hiç normale dönmüş görünmüyor. Filmi çekerken neler gözlemlediniz?

Filmde, tıpkı Aliye ve Yaren gibi, Hatay da ampute olmuş bir karakter. Binlerce yıllık kadim bir geleneğe, köklü bir tarihe ve üzerine titrediğimiz kültürel mirasa sahip bu şehir, bugün devasa bir inşaat şantiyesine dönüşmüş durumda. Hatay’ı bu halde görmek benim için çok yaralayıcı. Filmde Hatay’ı daha fazla anlatmak isterdim. Karakterlerimizin gözünden, şehrin iyileşme çabasını, nasıl ‘ampute’ kaldığını daha detaylı göstermek isterdim. Ancak bizim imkanlarımız dahilinde bu kadarına yer verebildik. Dilerim ki belgeselciler, sinemacılar, edebiyatçılar bu kadim şehri yeniden yazarak, üreterek, inşa sürecine tanıklık ederek tarihe kayıt düşmeye devam eder. Hatay eskisi gibi olmayacak. Yeni halini zamanla normalleştirip kabul edeceğiz belki ama ‘normal’ kavramını her zaman sorgulamalıyız. Çünkü bazen “yeniden inşa” dediğimiz şey, sadece binaları değil, hafızamızı ve kimliğimizi de kapsamalı.