Dayı Parçası: Şiir yarısı

Teyze, anne yarısıysa, dayı da şiir yarısı. Öyleyse anne yarısı da sayılır. Şiir de öyle değil midir, yarısı anne. ‘Dayı Parçası’, şahane bir övgü. Her ne kadar övmek amacıyla söylenmemiş de olsa, bazı dayılar ve bazı yeğenler iyimserdir, o parçadan kaç bütün çıkarırlar! Hatta şiir, öykü, roman, anlatı, şarkı, film, hayal, düş… Bir de yazan ‘küçük dayı’ okulundan biriyse, o dayı parçası, ay parçası da olur, güneş yarısı da!

Yüzünde yazla gezen ya da yüzünde güneşle dolaşan ya da yüzü küçük çeşmeler gibi hep açık olan… Tanıyanlar daha fazlasını, daha iyisini, güzelini söyleyeceklerdir bu sıfatların elbette, yüzünde bir küçük dayı sevinci taşıyan Murat Yalçın, memleketin yalnızca en sevdiğim öykücülerinden değil, hem de en sevdiğim insanlarındandır. Benim için İstanbul’la yaşıttır. Yani İstanbul’la birlikte tanıdım onu da. Kırklarca yıl hatırlı olası şiir dergilerimizden Sombahar’ın her şeyiydi. Şimdi her şeyi olmakta ne var, ama çok değil daha bundan 15-20 yıl önce her şeyi olmak sahiden de her şeyi olmaktı.

Murat sonra Yapı Kredi Yayınları’na geçti, yüzündeki güneşle. Bu belki Cağaloğlu’ndan beri yüzüne dadanmış bir şakacı güneş, çocukluğundan kalma bir aydınlıktı belki de. Güneş, aydınlık, yaz, açıklık ve bu türden adlar, sıfatlarla dile getirilebilecek daha ne varsa, bakın, Murat’ın öykülerinde, anlatılarında görürsünüz. Her kitabını okudum. Hatta birinde, kendisine de yazmıştım, yurtdışına giderken havaalanındaki kitapçıda gördüm Karga Zarif’i (Can, 2012) ve TL ile değil Euro ile aldım! Yani öyle aldılar parasını! (Umarım şimdi bu ‘anı parçası’ndan dolayı da hakkımda ‘vayy nasıl da övünüyor!’ filan gibi hıyarca şeyler yazmazlar!)

Murat Yalçın, Türkçenin şansı. En son, 2017’de çıkan Pera Mera’sına bayılmıştım. Dayı Parçası da (Can, Ocak 2020) onun son kitabı, doğrusu yutarcasına okudum! Diyeceksiniz ki, ‘bayıldım’, ‘yutar gibi okudum’, ‘bunlar hiç yazınsal ifadeler değil!’ Değil, ben de biliyorum, değil ama insan bazen bazı kitapları böyle okuyor. Yazmışımdır, ODTÜ’de okurken sosyolojiden sınıf arkadaşım, ‘kitapları yiyesim geliyor!’ demişti, anlayın işte, sizin de oluyordur!

Murat’ın güleç yüzü yazısına da yansıyor, İlhan Berk’in dediği gibi: Elyazılarına Vuruyor Güneş. Gülümseyiş ve şaka Murat’ın yazısının doğası. İçselleşmiş, yazıya ‘mündemiç’ olmuş. ‘Mündemiç’i bilerek kullandım, çünkü bu ‘içkin’ sözcükte de bir şakacılık, gülümseyiş var gibi. Bir de anlatı kişisi ‘dayı parçası’ olduğu için, iyilik, yumuşaklık, gülüş de yazının akrabaları oluyor.


Başka akrabalar da var tabii, olmaz mı? Che Guevera var örneğin. Örneğin demek mesela gibi olmasın burada. Örnek bir insan olarak elbette Che. Küçük dayımız gibi. Böyle bir yazı da yazdım yıllar önce, kitaplarımdan birinde durur. Fidel, amca gibidir, Che küçük dayı. Herkese uymayabilir, bize göre öyledir. Yalnızca yakışıklı olduğu, karagözlü olduğu için değil, böyle olması daha da şahane ama iyiliğiyle, yakınlığıyla, özgeciliğiyle, çocuksuluğuyla, doğasıyla, gözüpekliği ve elbette devrimciliğiyle, insan Che gibi bir küçük dayısı olmasını ister. Geçenlerde Ulaş ile Mahir’in mahkemede kucaklaşıp sarılarak özlem gidermelerini defalarca izledim videoda. Gözlerim de doldu gönlüm de, sözlerimse çoktan dolup taşmıştı. İki kardeş, ortanca dayı ile küçük dayı görüş günündeydi sanki. Birbirlerini göresi gelmiş iki kardeş, bizim de onları göresimiz gelmiş iki ‘dayı parçası’: “n’olayıdım n’olayıdım oy!’
Benim küçük dayım da biricikti, zaten tekti, ama hep küçük dayı duygusuyla sevdim karagözlü, yakışıklı Zeki dayımı. Okuryazarlığımda babam kadar hakkı vardır üstümde. “Varlık” dergileri, “Cep Dergisi”, Varlık klasikleri, şiir kitapları hep onun kitaplığından okuyup öğrendiğim, sevdiğim şeylerdi. Bense büyük dayıyım, Durul Ege ile Hasan Bilge’nin dayısı. İkisine de pek ‘dayı’ olamadım ne yazık ki. Kemal de öyle. Ama Halil ve Ali sahiden de ‘küçük dayı’ sıfatını hak ettiler bence. ‘Emmi’liğim fena değildir. Nar’ın da dayısı biricik, Sinan, şahane bir dayı. İdil’in en küçük dayısı Atilla öldü, gençti, yalnız, içli, iyi bir adamdı. İki oğulları daha ufacıkken onu terk eden karısının ardından çocuklarına annelik de yaptı. Küçük şehirlerde, kasabalarda sanatsever insanlar vardır. Radyo programı da yaparlar, yerel gazetede yazı da yazarlar, yazmış o da, köşesinin adı: “Gevezenin Topları”. Resim de yaparlar, beste de. Tabii şiir de yazarlar, ilk ve genellikle son kitaplarını da kendi olanaklarıyla yaşadıkları yerde bastırırlar, onun ilk ve son şiir kitabının adı İlk Damla’ymış.

Murat’ın kitabındaki dayı da elbette yaşarken de, ardından da ‘iyi bilirdik’ diyeceğimiz insanlardan. Neresinden derseniz, sanki Bakırköylü. Murat’ın anlattığı zamanlar, mekânlar, insanlar, kafalar diyelim, İstanbul’un tam da, Necatigil’in demesiyle ‘ortayurttaş’larının yaşadığı Bakırköy duygusunu çokça hissettiriyor. Şimdi ‘dayı edebiyatı’ desem gülünç kaçacak, lakin söylemeden de edemiyorum. Yazıda, şiirde, sinemada dayının yeri başka. Amca da iyi ama o kadar şiirsel değil! Bunu da nerden mi çıkardım? Bir defa, sevgili arkadaşım Coşkun Yerli’nin, “80’den sonra 10 şiir say” deseler mutlaka söyleyeceğim ve her yerde okuduğum, okuttuğum, üzerine de ta ilk yayımlandığında “Varlık”ta yazdığım şiiri var. Genç yaşta yitirdiğimiz canım Coşkun’u sevgiyle, güneşle analım “O Yaz, Dayım, Suat, Ben” şiiriyle: “Elinde bir torba Çin bulutu/Çardağa koşarak gelirdi dayım/Askılı kısa pantolonu, yaralı dizleri/Kaplan gözleri, mor merdivenler/…/Erikler, kaysılar, dutlar, incirler/Adam boyu şimşirlerin ardında/Yan bahçenin iri şeftalileri/Serçe ağızlı kız, eli belinde/ …/”Hey” derdi “size de koparayım mı?”/Dayım, Suat, ben donardık sevinçten/Haykırırdık birlikte: ‘Hadi, kopar!’ / Serçeydi, uçardı kızın ağzından/Dayımdı, kartaldı, düşerdi peşine/ Saçılırdı göğe bir torba Çin bulutu”. Başlığı ayrı şiir, duygusu ayrı şiir, kendisi ayrı şiir, dayısı ayrı şiir!

Murat’ın Dayı Parçası da öyle. Film adam. Ama derler ya, tam da ‘hayatın içinden’. Tamam, yazılsa ‘hayatı roman’ olacaklardan değil, iyi ya, öyleyse bir bakıma hayli sıradan, her yerde rastlanabilecek bir insandan, yani herhangi bir dayıdan diyelim, böyle komik, hüzünlü, içli, şakacı, hakiki, tatlı, hisli, kıssadan hisseli bir kitap yazıp okutmak da her ‘yeğen parçası’nın harcı olmasa gerek! Murat yeğeni bir kez de bunun için kutluyor, Murat Yalçın’ın romanı da böyle olur diyoruz!

Eskiden, roman yazan öykücülere bozulurdum, ‘Bak, Tomris Uyar hiç roman yazdı mı?’ diye söylenirdim biraz da. Sonra öykücü olarak bildiğim, okuduğum, pek sevdiğim Sema Kaygusuz, Yere Düşen Dualar (2006) ile romana geçince, ben de bu romana bayılınca eski fikrimden vazgeçtim. Eh şimdi de benzer biçimde Murat’ın ‘romansı anlatı’sını okuyunca, tümden unuttum bunu. Gerçi Dayı Parçası da az romans sayılmaz hani!

İyi şiirler, öyküler, romanlar, insana unuttuklarını hatırlatırlar, yeniden yaşatırlar, düşündürtürler ve bunun gibi iyi şeylere yol açarlar. Bazen de pekiştirip güçlendirirler. Dayı Parçası bana bu duyguları bir kez daha yaşattı, bu düşünceleri yeniden uyandırdı. Yazımdan da anlaşılmıştır zaten. Dayı Parçası’nın nasıl kıymetli, nasıl hayati bir parça olduğunu bir de M. Yalçın’ın hatıraya can, kedere su, cümlelere ferahlık veren anlatımıyla biraz daha anladık. Hastalara şifa, dertlilere derman veren diye de sürdürmek isterdim bu cümleyi, ama dayısı okusaydı hiç olmazsa son demlerinde yüzü gülerdi diye de düşündüm.

Böyle düşününce de sevdiğim dayılı şiirlerden ikincisi geldi aklıma. Ali Cengizkan’ın nerdeyse 40 yıldır mutlulukla okuduğum şiiri, “Dayım Gül Takardı Gömleğinin Yakasına”: “Ve canlıymışçasına, her gün onu sulardı./Yağız tenindeki su buharlaşsın diye/Düğmeleri en bıçkın küfürlerle açardı:/…/Çiçekçiydi, yaprak bitlerini öldürmeyen./Fotoğrafçı, savaş yıllarına rötuş yapan./Meddahtı, her akşam eve gülücükle gelen./Kumraldı, çocukları hep karısına çeken./ Uzun boylu, kendisine palto diktirmeyen./Sebzeciydi, domatlarını hiç yemeyen./ İşadamı, hasırdan başka minder bilmeyen./Dindardı, ezan okunurken rakı içmeyen./ Gözlüklüydü, gözleri daha da büyüyen./Gezgin, İzmir’in parkelerini denetleyen./Balıkçıydı, elleri suyla nasır tutan./Nikotinman, sigarası bağlanarak uzayan./Diplomattı, kokteyle pantolonla giden./ Yatırımcı, geceleri ailesini besleyen./…/Dayım gül takardı gömleğinin yakasına/Seni görse, mutluluktan, eminim ağlardı.”

Şiirin son dizesi gibi, Murat’ın ‘dayı parçası’ da sanki bu kitabı okusa mutluluktan ağlardı gibime geliyor. Kim ağlamaz ki hem, hangi yeğen? Üstelik Murat, “Toprağa sırlanmış bir dayının ardından kâğıda sırlanan bir yeğenim.” diye yazmışken!