Lars von Trier özel hayatı hakkında en çok şey bildiğimiz yönetmenlerden biri. Onun sinemasıyla ilgilenen herhangi biri kısa sürede

Lars von Trier özel hayatı hakkında en çok şey bildiğimiz yönetmenlerden biri. Onun sinemasıyla ilgilenen herhangi biri kısa sürede özel hayatına dair bazı bilgileri edinmekten kaçınamaz. Von Trier’in anne ve babasının komünist ve nüdist (çıplaklık taraftarı) oldukları, küçük Lars’ı neredeyse hiç sınırlamadan yetiştirdikleri bilinir. Lars’ın bu serbest eğitimden hem olumlu hem de olumsuz etkilendiğini de biliriz. Olumlu yanı kendi kendisini kontrol ve disipline etmeyi öğrenmiştir. Kötü yanı ise her an kaosun kucağına düşeceğine dair bin bir tane korku geliştirmiş olmasıdır.
Trier, 30 küsur yaşındayken, ölüm döşeğindeki annesinden babası bildiği kişinin asıl babası olmadığını öğrenir. Annesi doğacak çocuğu sanatçı genleri taşısın diye bir müzisyenle sevişmiştir. Doğrusu annenin tam isabet kaydettiğini söylemek mümkün ama Lars için üzülmemek de mümkün değil.
KÖTÜLÜK HEP GALİP GELİR
Bu sınır tanımayan yaşamlar Lars von Trier sinemasında etkisini bir şekilde gösterir. Filmlerinin birçoğunda idealistler ideallerinin tam tersini yapar konumda bulurlar kendilerini. Hayatı sınırlandırmaya, belirli kavramlarla açıklamaya çalışırken hayatın indirgenemeyecek bir şey olduğunu görmek durumunda kalırlar. İdeolojilerle hayata bir yön verilebileceğine inanmaz von Trier, inanmayı çok istese de. İyi niyetlere de inanmaz. Sonunda kötülük hep galip gelecektir. Çünkü doğa kötüdür.
Kökenleri bilinmeyen bir geçmişe giden bir kötülükten söz eden Haneke’ye duymadığım bir sempati duyuyorum fakat Lars von Trier’e. Haneke’de otoriter bir patriyark figürü görürken, von Trier’de daha çok kurban durumundaki bir çocuk görüyorum. Çok daha öfkeli ve çok daha tutkulu ve sanki umudunu yitirmemiş biri var von Trier imgesinde. Oysa Trier’le de hiç anlaşmıyoruz ideolojik açıdan. Hala Katolik midir bilmiyorum, son filmi Anti-İsa ya da Anti-Hıristiyan (Deccal) anlamına geldiğine göre değişmiş olmalı. Ama zaten öteden beri Nietzscheci bir yanı da var Trier’in ve “Der Antichrist” (kitaptaki anlamı anti-Hıristiyan) zaten Nietzsche’nin bir kitabının da adı (kitapta Nietzsche, başka birçok şeyin yanı sıra hem Hıristiyanlığın hem de sosyalizmin eşitlikçi anlayışlarına şiddetle karşı çıkar). Film Akademisi yıllarında Trier’e arkadaşları Erik Nietzsche dermiş. Filmin orijinal adındaki t harfi ise biyolojideki dişilik işareti ile aynıdır. Yani başlıkta, filmde de olduğu gibi bir kadın/dişi karşıtlığından söz edilebilir.
Öte yandan von Trier filmini Tarkovski’ye adamış. Tarkovski ise auteur yönetmenlerin en koyu Hıristiyanlarındandır (Ortodox). “Anti-Hıristiyan” adlı bir film niye Hıristiyan bir yönetmene adanıyor ki? Filmin yapısına bakınca Tarkovski’nin en az iki filmiyle, Solaris ve Stalker’la akrabalık görmek mümkün. Filmi, bir çocuğun ölümünden sonra anne ve babaya bakan filmler kategorisinde de ele almak mümkün tabii. Çocuk kaybı temasına birçok büyük yönetmen el atmış. Rossellini “Europa 51”de, Nicholas Roeg “Don’t Look Now”da (Büyü), Atom Egoyan “Exotica” ve “Başka Bir Dünya”da (Sweet Hereafter), Nanni Moretti “Oğul Odası”nda, Nuri Bilge Ceylan “Üç Maymun”da ve Todd Field “Yatak Odasında”da bu konuya el atmışlardı. Lars von Trier’in kendisi “Geri Zekalılar”da ve “Medea”da bu konuya farklı bir biçimde bakmıştı. Bir çocuğun kaybı bir ailenin, bir anne-babanın yaşayabileceği en büyük travmalardan. En hafifinden kendini suçlamak, evlat kaybının kaçınılmaz sonuçlarından biri. “Europa 51”de olduğu gibi sonunda akıl hastanesine kapatılabilirsiniz ya da “Yatak Odasında”da olduğu gibi bir cinayet işleyebilirsiniz. Ya da Fabrice Du Weltz’in “Vinyan”ında olduğu gibi vahşi bir doğal yaşama karışabilirsiniz. Baş edilemeyen bir gerçeklik varsa önünüzde, çocukluğunuza rücu etmek de isteyebilirsiniz (regresyon).
FİLM İÇİN KADIN DÜŞMANI DENEBİLİR
“Deccal” von Trier’in teknik virtüözitesini göstermekten kendini alıkoyamadığı etkileyici bir sahneyle başlıyor. (Sahneye çıkınca marifetini göstermeden duramayan jonglörlere benzetiyor kendini Von Trier. Aslında bu sahneyi pek zevkli bulmuyor. Daha doğrusu “aşırı güzel” buluyor). Karı koca sevişirken, buna tanık olan 2-3 yaşlarındaki evlatları, çocuk kafesinden çıkıp, pencereden kendisini aşağı bırakıveriyor (Trier “Europa”da da seksle ölümü paralel kurgulamıştı. Bu kez kadın sevişirken, babası intihar ediyordu). Kadın derin bir depresyona giriyor. Bir psikolog olan kocası karısının tedavisini kendisi üstleniyor. Burada adam aşmaması gereken çok önemli bir sınırı aşıyor. Koca ve psikolog rollerini birbirine karıştırıyor. Üstelik kendisi de aynı sorundan, evlat kaybının acısından muzdaripken. Adam karısının korkularının kaynağına ulaşmaya çalışıyor ama kadının sağlığı görünürde yerindeyken onunla çok da ilgilenmiş olmadığını görüyoruz. Adam karısının kadın katli (jinosid) ile ilgili akademik çalışmalarını hep küçümsemiş ve bitip bitmediğiyle de ilgilenmemiş. Derken kadının “Eden” (ayni cennet) adını verdikleri dağdaki kulübelerinden çok korktuğu ortaya çıkıyor ve çift oraya gidiyor. Burada belki Tarkovski filmlerine benzer bir durum var. Hem Solaris’te hem de Stalker’da kahraman bir yolculukla bir bölgeye gider ve bu bölgede bilinçdışı bir şekilde ortaya çıkar. Solaris’teki kahraman da üstelik psikologdur (“Oğul Odası”ndaki oğlunu kaybeden baba da, tesadüf bu ya, psikologdur) ve karısını kaybetmiştir. “Deccal”deki “Eden” adlı bölge de, bu Tarkovski filmlerindekine benzer bir yer. Burada da bilinçdışının bütün karanlık yanları açığa çıkar, hem de en kaotik halleriyle. Zaten ihlal edilmiş sınırların, tamamen bulanıklaştığı, her şeyin çamur gibi bir araya geçtiği bir ortama geçilir, Eden’e vardığımızda. Burada gördüklerimiz kocanın bilinçdışını mı temsil eder? Bana sanki öyleymiş gibi geliyor. Bu bilinçdışında kadın korkusu ve kadınlığa öfke önemli bir yer tutuyor. Filme, rahatlıkla kadın düşmanı denilebilir. Filmin finalinde ortaya çıkan, yüzleri, dolayısıyla bireysellikleri olmayan kadın sürüsü, erkeğin kadına duyduğu bu öfkenin kökeninde, anneyle ilişkinin yattığını işaret ediyor gibi. Çünkü anne, kadınlığı, kadınlar anneyi temsil eder, çocuk için. Ama kadın düşmanı deyip de geçmemek de lazım. Unutmayalım ki erkeğin, kendini beğenmişliği ve her şeyi kontrol edebileceği kanısıyla sınırları ihlal etmesi de söz konusu.
Filmde birçok çeviri yanlışı  var. Eksersiz, alıştırma (exercise) yerine deney (experiment) denmesi gibi. Ama bir tanesi ciddi anlam kaymasına yol açacak cinsten: Filmde kadının üzerinde çalıştığı konunun başlığı “kadın katli” ya da “kadın kırımı” olarak çevirebileceğimiz “gynocide”. Oysa çeviride sürekli olarak “soykırım” denilmiş. Soykırım ise bir harf farkla yazılıyor: “genocide”. Soykırım kadın erkek ayrımı yapmadan bir etnik grubu kıyıma uğratmak iken, kadın kırımı etnisiteden bağımsız sadece kadınların öldürülmesi demek. Ciddi bir anlam farkı var. Çevirmenlerden daha dikkatli olmalarını rica ediyoruz, işverenlerinden de çevirmenleri buna özendirmek için gerekeni yapmalarını.
‘Deccal’ seyredilmeli mi peki? Bence kesinlikle evet. Nefret de etseniz, deli saçması olarak da bulsanız, karşınızda çok sıradışı bir film var. Ve son olarak yine istesek de istemesek de edindiğimiz bir bilgi: Trier bu filmi çekerken çok ağır bir depresyon geçiriyormuş. Belki de evladını kaybetmiş bir babaya benzetmiştir durumunu.