Yaşadığımız evin her odasında ayrı bir saat var.

Yaşadığımız evin her odasında ayrı bir saat var. Hepsi aynı renk ve boyutta dört duvar saati. Saatlerin her biri farklı bir zamanı gösteriyor. Hepsi belli bir anda durmuş. Böylece her odada günün başka bir saati yaşanıyor. Mutfakta hiç bitmeyen bir sabah var mesela. Salonda da sonsuz bir gece. Garip bir şey.

Berkeley’deki eve taşınırken saatleri ilk fark ettiğimde yadırgamıştım. Ama zamanla alıştım ve bu konuda bir şey yapmamaya karar verdim. Başka bir çok şey gibi, bunu da evin kendine has acayipliklerinden biri olarak kabul ettim.

Geçenlerde arkadaşlarım gelmişti. Biri saatleri sordu. Bilmiyorum, dedim, onları oraya ben koymadım. Bunun üzerine herkes bizden önceki kiracının neden sağa sola saatler yerleştirmiş olabileceğine dair konuşmaya başladı. Biri onun randevularına yetişemeyen dağınık bir insan olduğuna karar verdi. Sonunda bu halinden bezmiş ve evin her odasına bir saat koyarak bir daha asla geç kalmayacağından emin olmak istemişti. Bir başkası, adamın denizci olduğunu iddia etti. Her limanda bir sevgilisi olduğu için saatleri onların yaşadığı denizaşırı ülkelerin zamanına ayarlamıştı. Neden ki, diye sorduk. Hepsini sırayla arayabilmek için tabii, dedi. Öyle müthiş bir aşıkmış ki, hiç birini ihmal etmiyormuş. Bu fikirle çok eğlendik. Sonunda birisi, IKEA’da bu saatlerin dördünü üç kuruşa satıyorlar, diyerek tadımızı kaçırmamış olsaydı eğlenmeye de devam edecektik aslında.

Gerçekçi insanlara çok ihtiyacımız var. Ama böyle zamanlarda değil. Neyse.

Herkes evine gittikten sonra, etrafı toplayıp yatmaya hazırlanırken zihnim bir iki tur atıp yeniden saatlere döndü. Çalıştırsam mı onları diye düşündüm. Pil mi almak gerekiyordu? Yoksa kurmak mı lazımdı?

Bunun üzerine gözümün önünde çocukluğumdan kalma bir sahne belirdi. Kocaman anahtarı ile duvar saatini kurmaya hazırlanan dedemin görüntüsü.

Tanpınar’ın romanı ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün meşhur karakteri Mübarek gibi, dedemin saati de benim çocukluğumun bir kısmını zapt etmiştir. Ahşap gövdesi ve heybetli gongu ile gösterişli bir saat olan Mübarek’e nazaran bizimki çok daha mütevazı bir duvar saatiydi. Ama hayatımızdaki yeri en az Mübarek kadar merkeziydi.

Evde onun kadar itina gösterilen bir başka şey daha yoktu. Bir defa asla durmaması gerekiyordu. Dedem her gün ajans başlayınca sandalyesine tırmanır, saatin kapağını açar ve anahtarı cebinden çıkarıp deliğe taktıktan sonra çevirmeye başlardı. Anahtarın delikte dönerken çıkardığı gıcırtılı sesi çok sevdiğim için ben de yanında dururdum. Benim büyüdüğüm, dedemin de iyice yaşlandığı yıllarda sandalyeye çıkmasına yardım ettiğim de oldu. Saati ben de kurabilirdim elbette. Ama dedem bu işi kimseye bırakmazdı. Ne olursa olsun saati kendisi ayarlar, hayatı o saatin tiktaklarına bağlıymış gibi davranırdı.

Dedem öldüğünde ev başsağlığına gelenlerle dolup taşmışken sıkıntıyla duvardaki saate baktım. Dakikalar geçmiyor gibi görünüyordu. Önce saatin çalışmıyor olabileceği hiç aklıma gelmedi. Ama sonra fark ettim ki, olan buydu aslında. Elli senedir hiç ihmal etmeden her akşam onu ayarlayıp kuran elleri bulamayınca, belli ki şaşırmış ve durmuştu. Oturduğu koltukta küçücük görünen ve ne yapacağını bilemeden sağa sola bakan anneannem de öyleydi. O da bir noktada kalakalmış, birinin kendisine dokunup harekete geçirmesini bekliyordu sanki. Artık hep öyle kaybolmuş bir çocuk gibi bakacaktı. Ta ki aramızdan ayrıldığı güne kadar.

Anneannemle dedemin evinden bana bir tek o saat kaldı. Ben de getirip onu İstanbul’daki evimin duvarına astım. Maalesef hala çalışmıyor. Ne kadar uğraştıysam da onu yeniden işleyecek hale getiremedim. Bir keresinde iyi bir ustanın elinden geçti ve canlanır gibi oldu. Ama bir kaç gün sonra yeniden eski haline döndü. Hiç sesi çıkmasa da, onu duvardan indirmeye gönlüm elvermiyor.

Ona her baktığımda, her gün ajans vaktinde sandalyeye tırmanıp saatini kuran dedem aklıma geliyor. Bütün dünyanın zamanı ona teslim edilmiş gibi davranıyordu. Düşünüyorum da, öyle olmadığını kim söyleyebilir.