Anadolu’da oldukça dokunaklı bir söz vardır, ‘ağlayanın malı gülene yar olmaz’ diye. Bu söz sadece mülkiyet kaynaklı bireysel gerilimlerin değil, yaklaşık üç yüzyıl boyunca milyonlarca insanın yerini, mülkiyetini ya da hayatını kaybetmesine yol açan modern barbarlığın analizi için de muazzam bir anlam taşır. Defineciliği okumaya buradan başlayabiliriz.

Birkaç yıl önce Erzincan’ın bir köyünde, eski bir kiliseyi görmeye gitmiştik. Tarihi yapının sadece bazı duvarları ayakta kalabilmiş; ortası-çevresi defineciler tarafından farklı derinliklerde kazılmıştı. Talan edilmiş yapıdan kalan parçaların herhalde birkaç yıllık ömrü vardı, zira bu vandallığa dayanabilmeleri imkânsızdı.

Aslında sadece Kiliselerde değil, tarihsel-kültürel mekanlarla karşılaştığımız her yerde manzara aynıdır. Mezarlar bile bu vandallığın hedefidir. Ne yazık ki defineciler diye bir sosyal grup var bu ülkede ve onların işi tarihsel-kültürel varlık alanlarını talan etmektir.

Defineciliğin bir enformel meslek olarak inşası modern zamanlara özgüdür. Zira modernizmin bir özelliği kimliksel nedenlerle kitlesel imha ve/veya zorunlu yer değiştirmelerin yaşanmasıdır. Definecilik de yerinden olmak/edilmek dediğimiz nüfus hareketliliğinin ardından ortaya çıkmış bir aktivitedir. Anadolu gibi hem en eski yerleşimlerden biri hem de çok etnili bir coğrafyada tek kimlikli rejim kurma süreci tam da defineciliğe uygun bir ortam yaratmıştır. Çünkü pek çok sebeple gidenlerin, taşınabilir-taşınamaz mülkiyetleri bu coğrafyada kalmıştır.

Gitmek zorunda bırakılanlardan kalan görünür iktisadi varlıklara dair bir hukuk vardır elbette. Hatice Kurtuluş’un Muğla’da mübadeleyle giden Rumlardan kalan mülklerin paylaştırılmasına dair çalışması bu konuda ufuk açıcı bir örnektir. Gidenlerin ardından kalan yapılar, araziler ve vakıflar bu ‘hukuk’ içerisinde devlete ve/veya kişilere kaydedilmiştir. Fakat görünmeyen mülkiyetlerin bulunması hevesi, yeraltını tarayan bir sosyal kategori olarak definecilerin ve defineciliğin memleket sathına yayılmasına yol açmıştır.

Definecilik sanıldığı gibi tümüyle bireylerin, yasal olmayan girişimlerine ait bir alan değildir. Yasal ve yasadışı alandaki aktörlerin görünür ya da örtük işbirliğiyle gerçekleşen karmaşık bir aktivitedir. Üstelik o kadar yaygın ve alenidir ki sonradan feshedilse de bu ülkede Definecileri Eğitim ve Araştırma adıyla bir dernek kurulmuş ve hatta definecilikle ilgili eğitim amaçlı bir dergi çıkarılmıştır. Sinema, edebiyat, hatırat ve medyaya konu olmuş define hikayeleri duymak ise artık gayet olağandır.

Fakat bir de madalyonun diğer yüzü var. Bulunduğunda, arayıcıları ‘mutlu’ eden o zenginlik hangi sosyal kesimlerin emeğinin cisimleşmiş hali olarak gömülüdür? Bu sosyolojik bir süreçtir ve hem geleneksel kültürün hem de bilimsel yaklaşımın konusudur.

Geleneksel kültür, özlü sözlerde cisimleştiği gibi daha çok defineciliğin musibetleriyle ilgilidir. Çünkü orada bir toplumsal ah olduğuna inanır. Definecilik yaparken zehirlenip ölenler, göçük altında kalanlar, mahsur kalanlar, kaybolanlar, define vaadiyle dolandırılanlar, define bulurken çarpılanlar vb. Bunlar geleneksel kültürde buna uygun bir yargısal karşılık bulmuştur.

Bulunan ve bulunamayan definenin gerçek sahiplerine dair öyküler ve onlarla kurula(maya)n bağ ise hem geleneksel kültürün hem de sosyolojinin konusudur. Söz konusu sosyal kesimlerin neden/nasıl gittikleri ve bıraktıkları mülkiyetlerine dair nasıl bir tahayyül geliştirdiklerini analiz etmek için ilk koşul empatidir. O olmadan sağlam bir analiz de yapılamaz. Buradan geriye gidip modern zamanların nüfus, etnisite ve iskan politikalarına bakmak gerekir. Her yerde definecilik için uygun ortam sağlayan bu politikaların damga vurduğu, felaketlerle yüklü yüzyılları anlayabilmek ve belki de bu politikalarla ve sonuçlarıyla yüzleşebilmek için. ‘Ağlayanın malı gülene yar olmaz’ cümlesinde somutlaşmış geleneksel kültür ile toplumsal tarihle yüzleşmeyi öneren bilimsel analizlerin buluştuğu kıymetli nokta tam da burasıdır.