Yerel seçimler, ekonomik krizin zorunlu sonucu olan politik krizi görünür hale getirdi. Tartışmaları biraz geriye çekilerek gözlemleyen biri yine bir “değişim” dalgasının yükseldiğini görebilir. Siz bakmayın AKP’li mi AKP’siz mi, RTE’li mi RTE’siz mi diye yazıp çizenlere. Sömürenler, en az hasarla nasıl atlatırızın değil en çok sömürüyle yeni bir aşamaya nasıl geçerizin hesabını yapıyor! Eğri […]

Yerel seçimler, ekonomik krizin zorunlu sonucu olan politik krizi görünür hale getirdi. Tartışmaları biraz geriye çekilerek gözlemleyen biri yine bir “değişim” dalgasının yükseldiğini görebilir. Siz bakmayın AKP’li mi AKP’siz mi, RTE’li mi RTE’siz mi diye yazıp çizenlere. Sömürenler, en az hasarla nasıl atlatırızın değil en çok sömürüyle yeni bir aşamaya nasıl geçerizin hesabını yapıyor!

Eğri oturup doğru konuşalım, içinde bulunduğumuz değişim krizinde sermayeyi/düzeni yığınların, açların, göçmenlerin düzensiz, örgütsüz, bilinçsiz isyan ihtimalinden başka tehdit eden bir yapı yok. Bu tür isyanların kolayca asileri birbirine düşman ederek kırıldığı ve tersine isyan ettiğinin daha da güçlenmesine yol açmaktan başka işe yarayamayacağı da açık. Üçü de yoksulluktan kırılan “Türk”, “Kürt” ve “Suriyelinin” birbirlerini düşman bellemesi herhangi birini zenginleştirmeyecek!
Bu denli ağır yoksulluk, yoksunluk ve sömürü koşullarında nasıl oluyor da “sol” bir çekim odağı olamıyor sorusuna verilecek çok sayıda yanıttan biri de mikro ölçekteki “birey” kavramındaki değişim olabilir mi? Birey ve onun devletle olan ilişkisindeki değişim.

Eğitim, sağlık ve askerlik görevi gibi üç değişken üzerinden Türkiye’nin son kırk yılına bakan biri ne görür? 1980 yılında Türkiye’de toplam özel orta öğretim kurumu sayısı 100 bile değil. 2002 yılında Milli Eğitim Bakanlığı verisine göre 1887 özel okul varmış. Bugün on bini aşkın olduğu yazılıyor. Aynı değişimin sağlık alanında da olduğu açık. Son düzenleme ile de askerlik artık vatan borcu olmaktan çıkıp devlete bedeli ödenmesi gereken bireysel bir yükümlülük ve zenginlik göstergesi haline geldi.

Son kırk yılda liberalizmin adım adım nasıl zihinlerimizi nasıl ele geçirdiğini bu üç değişken üzerinden görebiliriz.

Kırk yıl önce onca olumsuz koşullara, eşitsizliğe ve adaletsizliğe karşın sıradan insanın zihninde, herkese “eşit” eğitim olanağı, devletin yükümlülüğündeydi. İnsanlar bu günkü gibi çocukları daha doğmadan ilerde gideceği “paralı okul” için bütçe ayırmıyorlardı. Yapacakları çocuk sayısını bütçelerine göre planlamıyorlardı. Çok sıra da beklese, doktor ona “pek iyi davranmasa” da ücretsiz muayene oluyor, çocukları aşılanıyor, ilaç ve tedaviye para ödemiyordu. Bugün hastane veznesinde alınmıyor ama maaşından muayene ücreti kesiliyor, eczanede ilaç alırken katılım bedeli ödüyor. Üstelik neden maaşından sağlık için prim kesildiğini de sorgulamıyor. Parasını öderse de gerçekten 5 yıldızlı otel konforundaki özel hastanede hemşire ya da doktora, lüks restoranda yemek için garsona kapris yapan müşteri gibi davranabiliyor. Reisin dilinden düşürmediği onlar sana hizmet ediyor söylemi ile hastaların sağlık personeline uyguladığı şiddet arasındaki ilişkiyi düşünün. Para ödüyorum ve sen bana en iyi hizmeti vereceksin, değil mi!

Kırk yıl önce öğretmen, avukat, mühendis ya da doktor olursan gelir düzeyinde dolayısıyla toplumsal statü de sıçrama yapman kesindi. Oysa şimdi bu mesleklerin tümü ücretli işçi oldu. Okusan da olmuyor ve okumak da çok pahalı.

Ve askerlik. Yirmi yıl öncesine kadar askerlik yapmamış olmak toplumsal kabul yönünden utanılacak bir durumdu. Sağlık nedeniyle askerlik yapması mümkün olmayanlar raporlarını gizleyerek askere gitmeye çalışırlardı. Şimdi askere gitmişsen demek ki yoksulsun aşağılamasına döndü.

Bu yeni bireyin yüzünü sola dönmesini sağlamak kolay değil. Siyasal eylem zor olandaki imkanı hakikate çevirme işi değil mi zaten. Bunu da aklını liberalizme teslim etmiş olanlar yapamaz. Radikal demokrasinin düştüğü sefillik en iyi kanıtı.