Elimizde kretuarla dolaşıyor, dekupajlar kesip çıkarıyoruz yoğun ilişkilerin içinden. Baktığımız her şey tanımlı bir forma dönüşüyor. Tüm toplumsal...

Elimizde kretuarla dolaşıyor, dekupajlar kesip çıkarıyoruz yoğun ilişkilerin içinden. Baktığımız her şey tanımlı bir forma dönüşüyor. Tüm toplumsal ilişkilerinden yalıtılmış formlar yaratıyoruz. Ya da soyutlayarak ilerleyen biçer-döver makineleri gibiyiz. Yoğun ilişkiler ağından oluşan bir tarlaya dalıyor ve tüm ilişkileri parçalayarak arkamızda form balyaları bırakıyoruz. Sonsuza kadar havada asılı kalan bu form balyalarıyla kuruyoruz dünyamızı. Yeryüzünde form olmadığını, aksine biçimi sürekli değişen bir ilişkiler ağı olduğunu unutuyoruz hep.
Italo Calvino Görünmez Kentler kitabında ilişkiselliklerinden arınmış bedenlerin nasıl da bir hiç olduklarını hatırlatır bize. “Ersilia’da oturanlar kentin yaşamını ayakta tutan bağları belirlemek için evlerin köşeleri arasına, renkleri akrabalık, takas, otorite, temsil ilişkilerine göre değişen, beyaz veya siyah veya gri veya siyah-beyaz ipler gererler. İpler artık aralarından geçilmeyecek kadar çoğaldığında çekip giderler. Evler parça parça sökülür; ipler ve dayanakları kalır yalnızca… Ersilia’yı terk edenler tüm ev eşyalarıyla konakladıkları bir tepenin eteğinden ovada yükselen kazık ve ip kargaşasına bakarlar. Ersilia kenti hala odur, kendileri ise bir hiç.” Kendi ördükleri ağların dışında bir hiç olduklarını keşfederler birden ya da sadece bir form olduklarını. Artık sabit formların otoriterliğinin geçerli olduğu bir dünyada bulacaklardır kendilerini. Durmadan toplumsal, politik, mekânsal formlar dayatılacaktır tepeden onlara. Bedenlerine, politik duruşlarına, toplumsal ilişkilerine dışarıdan formların dayatıldığı otoriter bir dünyada yaşamaya başlayacaklardır. Form denilen şeyin ilişkilerden orta çıktığını ve sabit olmadığını unutacaklar, Platon’un formları gibi tepelerde bir yerlerde sonsuza kadar asılı durduklarını sanacaklar. İktidarlar bu form balyalarından form beğeneceklerdir onlar için.
On üçüncü yüzyılda yaşamış Halesli Aleksander, iktidarların forma bakışını tek cümleyle özetliyor: “Şer aslında biçimsizdir.” Belirli bir biçimi olmayan hayatı, bedenleri olumsuzlayan iktidar biçimsiz olanı bir şer yuvası olarak algılıyor. Bu biçimsizliğe, oluş halindeki, ilişkisel bedenlere yasal, ahlaki ve toplumsal formlar giydirdikten sonra katlanabiliyor ancak. Bedeni biçimlendirerek hayata hükmedeceğini biliyor çünkü. Akışkan olanı, biçimsiz bedeni kanonik kutulara, kalıplara yerleştiriliyor. Leonardo da Vinci’nin Homo bene figuratus (güzel biçimli insan) da denilen Vitriviusçu İnsanı’nı düşünelim bir. Kendi içinde sayısal olarak mükemmel bir biçimde dondurulmuş insan bedeni; bu da yetmiyormuş gibi kare ve çember içine yerleştirilerek iyice kıpırdamaz hale getirilmiştir bu çizimde. Kanonlaştırılmış, yetkin bir insan bedeni, yine kanonlaştırılmış bir mekânın içine yerleştirilerek aşırı biçimlendirmeye maruz bırakılmıştır. Her türlü ilişkiden budanmış kavanoz içindeki mükemmel bir insan numunesi: Ölü bir beden. Paul Klee “Biçim sondur, ölümdür. Oluş yaşamdır” diye yazıyordu Çağdaş Sanat Kuramı kitabında. Resme yeni başlayanlar için satılan piyasadaki çizim kitaplarında yazılanları hatırlayalım; nesneleri önce geometrik şekillere indirgeyerek çizmeyi öğretirler bize; baktığımızda her yerde kareler ve daireler görmemizi öğütlerler. Bu masum gibi görülen öneri aslında bir görme biçimi dayatıyor. Geometrik şekillerden evreni yaratan Platon’un tanrısı Demiurgos’un tavrını benimsiyoruz farkına varmadan. Hayat bir heyula gibi üzerimize çullanmasın diye akışkan olanı geometrik biçimlerin içine tıkmaya çalışıyoruz.
Georges Bataille da biçimsiz olana yönelik tavrımızı özetlemişti: “Biçimsiz” ya da formsuz, dünyadaki şeyleri değerden düşürmeye, güçsüz kılmaya yarayan bir terim. Belirttiği, gösterdiği şeyin, hiçbir hakkı yoktur; biçimsiz olan, tıpkı bir örümcek ya da bir solucan gibi kendisini her yere sıkıştırabilir. Aslında akademisyenler mutlu olsun diye, evrenin biçim alması gerekiyor… Öte yandan evrenin hiçbir şeye benzemediğini ve sadece biçimsiz olduğunu olumlamak, evrenin bir örümcek ya da bir tükürük gibi bir şey olduğunu söylemekle eş anlamlıdır.” Bu biçimsizliği özellikle beden ve ortamı arasında kurulan yaşam birliğinde de görüyoruz. Beden ve ortamının oluşturduğu birlik bir tükürük gibi yayılıyor evrenin içinde. İlişkilerimizle dokuduğumuz kendi ortamlarımızın belirli bir biçimi yok, biçimsizlik hüküm sürüyor. Taksim semalarında tek bir beden gibi davranan sığırcık sürülerinin durmadan biçim değiştirmesi, biçimsizleşmesi gibi, kurduğumuz ilişkilerle yarattığımız kendi evrenimiz de sürekli biçim değiştiriyor. Bu biçimsizliği terk edip biçimlendiğimizde, bedenlerimizin dekupajını çıkardığımızda, Italo Calvino’nun anlattığı Ersilia kentini terk edenler gibi bir hiç olduğumuzu anlıyoruz sonunda.