Haykırmak ne kelime, Büyük Taarruz ruhuyla Karadeniz gibi patlıyor! Deli Cemal’in selamını alıyorum sanki, Havva Ana her konuştuğunda

Deli Cemal öldü

ONUR BEHRAMOĞLU - @onurbehramoglu

Birkaç ay oluyor öleli. Haber değeri vardı ölümünün, köyün delisiydi. Hepimiz kederlenmiştik duyunca, kim duysa kederlenirdi. Ben bir kadeh içmiştim o gece, Deli Cemal için. Halbuki ne zaman görsem yolumu değiştirmeyi düşünür, sonra da “Nasılsın Cemal abi?” derdim yanından geçerken. Onu delirten dünya beni hâlâ delirtmediği için utanarak. Sadece kendisinin görebildiği bir yükü sırtlanmış gibi hafif kambur, bir deri bir kemik ama yine de zinde izlenimi veren bedeninden beklenmedik bir güçle “Taze balıııık” diye bağırarak yürür, “Cıgara var mı cıgara?” diye sorardı. Çevrecisiydi köyün, en tanınan kişisi, en çekinilen; horlanan değil ama – kimse cesaret edemezdi buna! – içten içe hor görülen. Yıllar önce babasını öldürmüş ve delirmiş. Ya da delirmiş ve babasını öldürmüş. Sebep sonuç ilişkisi bulanıklaştığı anda insanın adına umulmadık bir sıfat ekleniveriyor böyle.

Havva Ana’yı izliyorum bunları düşünürken. Yayladan horon oynayarak gidip Sarıkamış’ta şehit düşmüş dedelerine sahip çıkar gibi sahipleniyor yağmalanmak istenen toprağını. “Deyyus imansızlar” diyor, “Vali, kaymakam kim oluyor, ben halkım!” diye haykırıyor. Haykırmak ne kelime, Büyük Taarruz ruhuyla Karadeniz gibi patlıyor! Deli Cemal’in selamını alıyorum sanki, Havva Ana her konuştuğunda.

Kur’an’ı çok iyi okuduğu için Cumhuriyet altını ile ödüllendirilmiş Tuğrul. Çocukluk ve gençlik yıllarımın çoğu yazını geçirdiğim köyün afacanlarından biriydi, büyümüş. Derslerinde çok başarılı olduğundan, anne-babasını çağırmış okulunun müdürü. “İlçede okusun, burs alır, büyük adam olur” demiş de babası izin vermemiş. Kur’an ile kazanılmış Cumhuriyet altınına Oğuz Atay ironisiyle bakmayı lüzumsuz bulup, “Ne güzel, İslam’ın kitabını öğrenmiş… Peki oğlunun imam olmasını mı istersin yoksa doktor, mühendis, bilimadamı olmasını mı?” diye soruyorum annesine. “İkincisini isterim” diyor. “Ama babası izin vermiyor ki, kendi gibi ayı olmasını istiyor herhal!”

Bahçemizin önünden bir anne kirpi geçiyor o sıra… Yavrularını kollaya kollaya.

Evimizin yüz metre önü çay bahçesi. Sahibi birkaç kardeş, her biri ayrı siyasi partiye kayıtlı, işleri yürüsün diye. Devlet uyur mu, yetişmiş hemen, yazarkasa koymalarını istemiş. “Yazarkasaya ne hacet?” diyorlar, “Çay demleyip satıyoruz işte, bi de dondurma filan…” Hatlarda bakım var, gün içinde saatlerce kesiliyor elektrik. Toplu alınca ucuza geldiği için stokladıkları dondurmalar bir eriyip bir donuyor. “Zehirlersiniz milleti bak, satmayın bunları, hele çocuklara, sakın!” diyorum. “2.800 lira ödedik, çıkarmamız lazım” diyorlar.

Bir şeylerin acısı neden hep çocuklardan çıkıyor ki bu dünyada?

Hattın bakımını yapmak için gelenlerden biri Diyarbakırlı. Yardımcısı gidip de iki saat dönmeyince, elektrik direğinin tepesinde ayakta bekliyor, ayaklarını tellere uzatıp yatıyor sonra! “Cümle yitikler, mağluplar, mahzunlar”a duyduğum yakınlıkla, hikâyesini merak ediyorum, anlatıyor: “Oğlum delikanlıyken dağa çıktı. Na buraya kadar sakallı polisler gelip aldılar beni, yirmi üç gün işkence ettiler. Sen hiç göğsüne kadar sakallı polis gördün? Sonra savcılığa götürdüler, konuşursam cesedimin çıkacağını söylediler. Savcı hanım, ayağımda neden ayakkabı olmadığını sordu. ‘İşkenceden ayaklarım şiş’ dedim. Kahraman kadınmış, rapor için gönderdi; doktoru da arayıp ‘Hakkında işlem yaparım’ dedi de on günlük rapor alabildim. Sonra her gece yarısı aynı saatte evimi bastı polis, darmadağın etti. Direndik geldik işte. Oğlum hâlâ dağdadır.”

“Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara!” diyorum içimden. Dağlarda sadece çiçekler açsın istememiz vatan hainliği sayılsa da!

Köylülerden biri geliyor, dertli. “On metreküpten fazla su kullanınca para ödeyecekmişiz artık” diyor, “Olacak iş mi yahu?” Suyu sabahtan akşama dek boşa akıttıklarını, böylesinin daha doğru olduğunu söyleyip, “Geçen yıl köyü sel götürdü, kesip kesip kereste ticaretine kurban ettiğiniz ağaçlar olsaydı rezillik çekmeyecektiniz!” diye ekliyorum. Yasağa rağmen trolle denizi kurutanlardan biri üstelik, kızgınım ona. Çocukluğumda balığa çıkardık da istavrit, uskumru, kolyozla dolardı oltalarımız, yaşama sevinciyle dolardı, bereketle. Şimdi ara ki bulasın.

Fasulye, kabak getiriyor trolcünün hanımı. Süt getiriyor, yumurta, kekik. Para vermek istiyor annem, almıyor, kaçıp giderken sesleniyor: “Torunun gelmiş, benim hediyem, Allah’ın adını verdim bak, Allahaşkına!”

Deniz kıyısında yürüyüşe çıkıyorum. On adım arayla, devletin koyduğu asık suratlı-çatık kaşlı bankla halkın koyduğu, yırtık da olsa rengârenk kumaşla kaplı kanepe. Her ikisinin yanında da, içleri çekirdek kabuklarıyla dolu, bir şeylerden bozma çöp kutuları. Halkın kanepesine oturuyor, elimdeki romanı okumakla denizi seyre dalmak arasında kalıyorum.

“Bizim yazgımız hep böyle arada kalmak” diye düşünüyorum. Deli Cemal öldü, biz hâlâ deliremedik şu dünyada!