Şimdi ne yapacaktık? Sorunumuzu hangi merciye bildirecektik? Babası ile kavga edenler soluğu kimin yanında alacaklardı?

Deli Kenan

SERKAN FIRTINA Serkanfirtina35@gmail.com

Varlığını belirleyen en önemli şey bakışlarıydı. Derin bir bakış atardı kahvehanenin önünde oturanlara… Üzerindeki kıyafetler yenilense, saç sakala biraz bakım yapsa, kadınları etkileyebilecek bir karizmaya ve yakışıklılığa sahipti. Nasıl delirdiği üzerine bir sürü şehir efsanesi dolaşırdı. Bu konuda kesin bir yargıya ulaşabilen yoktu. Ama en genel geçer teorinin, delirdiği gün İzmir’den Aydın’a yürümesi olduğu söylenirdi. Semtimiz dışında onu her yerde görebilirdik. İzmir’in umulmadık yerlerinde karşımıza çıkardı Kenan Ağabey. Bazen kız arkadaşlarımızla dolaşırken karşılaşırdık. Selam çakar, ayaküstü laflardık. Yanımızdakiler bir deli ile neden konuştuğumuza anlam veremezlerdi. Anlamlı diyaloglar olmasa da bir şekilde birbirimizi anlardık. İnsanların akıl hastalarına olan bu çekingen ve ilgisiz yaklaşımlarına oldum olası ayar olurdum.

Eve dönüşlerimizde, kahvehanenin önünden geçerken ona selam çakmak ritüelimiz olmuştu. Varlığı bana ve dostlarıma güven verirdi. Yaşamın hepimize dayattığı iğrenç ciddiyetten ve sorumluluklardan biraz olsun kurtulabiliyorsak bunu Kenan Ağabey’e borçluyduk. Kız arkadaşımızdan mı ayrıldık? Çare belliydi. Mahallede bir kız bize yüz vermiyor muydu? Çözüm belliydi. Parasızlıktan bitik miydik? Adres belliydi. Babayla mı kapışmıştık? Kenan Ağabeyimiz vardı… Kahvehanede maç izlediğimiz, altılı ganyan kuponlarımızı takip ettiğimiz ve batak oynadığımız hergelelik mesaimizin yoğun olduğu zamanlarda mola verdiğimizde onunla konuşurduk. Anlatmaya başladığında etrafındaki kalabalık hemen artardı. Anlatımını o derece etkili kurardı ki, sanki Kenan Ağabey’in bir şirketin genel müdürüymüşte, sıkılmış buraya gelip stres atan bir adam olduğunu hayal ederdik. Ya da önceki hayatında politik bir hareketin lideri olduğunu… Güncelin karmaşasından, uzayın derinliklerine kadar inen; görünüşte birbiri ile mantıklı bir bağ oluşturmayan onlarca cümleyi art arda sıralamaya başlardı. Herkes, ilgi alanına göre anlattıklarından işine geleni seçerdi. Bizim sorularımız, onun cevapları, başlayan yeni yorumlar, sorular ve cevaplar… Onunla yaptığımız konuşmaları kayda alsaydık, absürd diyaloglarla ilgili dünya edebiyatı eminim bizden yararlanırdı. Ama dünyada konuşulan hiçbir şeyin kaybolmadığını ve uzayda bir yerlerde dolaştığını duymuştum, ondan dolayı içim biraz olsun rahattı.

Kahvehanelerin çoğunluğunu emekliler oluşturur, onları takip eden ikinci grup ise müzmin işsizlerdir. Sonra, boş vakti olan esnaf ve bizim gibi hergeleler, mekânın demografik yapısını tamamlardı. Ama deli kontenjanından sadece Kenan Ağabey vardı.

Kahvehaneye ve mahalleye zaman zaman başka delilerde gelir giderdi ama hiçbir tutunamazdı. Kenan Ağabey onlara pek yüz vermez, onların deli olduğunu söylerdi. Zaman geçtikçe Kenan Ağabey ile sadece bizlerin değil kahvehanedeki diğer kişilerin de derin sohbetlere daldıklarını fark ettik. Kayınvalidesi ile sorun yaşayanlardan, tuttuğu futbol takımının durumuna üzülenlere kadar, herkes onun yanında alıyordu soluğu. Kimse başkasının görüşmesine karışmıyor, herkes birbirine saygı duyuyordu.

Kenan Ağabey’i kıskanmaya başlamıştık. Eskiden bize daha çok vakit ayırırdı ama bu emekli, esnaf ve işsiz tayfası en büyük hazinemize ortak olmuştu. Durumu kabullenmek zorunda kaldık. İnsanların yüzlerindeki rahatlamayı gördükçe, Kenan Ağabey’in bize Tanrı tarafından gönderildiğine daha bir inanır olmuştum.

Hayatımızda hayal kurmanın dışında her şeyin asgarisini yaşadığımız zamanlarda bize iki seçenek kalıyordu. Ya okuyup adam olacak, kaderin bize çizdiği bu boktan yaşamdan kurtulacak; ya da mahallede kaybolup gidecektik... Sistem, yoksul insanlara eğitimi hep cilalı bir şekilde kurtuluş olarak sunuyordu. Onun da kendi içerisinde eşitsizliklerle dolu olduğunu kamufle etmesini iyi beceriyordu. Ben zorlaya zorlaya ilk seçeneği uygulamak için semti terk ettim. Kenan Ağabey ile herhangi bir vedamı hatırlamıyorum. Çünkü veda etmenin nasıl bir şey olduğunu henüz pek deneyimlememiştim. Zamanın, okul ve hayaller arasında mekik dokuduğu bir evreden sonra yaz tatilinde eve döndüm. İnsan çok sevdiği yerden ayrıldıktan sonra, yeni girdiği mekân ve ilişkiler atmosferi içinde eskiyi olduğu yerde bekletiyor. Silmiyor ama sadece durduruyor. Çünkü onun her zaman olduğu yerde kaldığına inanıyor. Kahvehaneye gidince gözlerim hemen onu aradı. Yine dışarıda İzmir’in altını üstüne getirdiğini düşünüyordum. Bekledim gelmedi… Daha çok bekledim, yine gelmedi…”İnsan elindekileri kaybettiği zaman değerini anlar” düşüncesinde değildim. Çünkü ben onunlayken de değerini biliyordum. Ama yoktu işte! Nerede olduğu bilinmiyordu. Uzun zamandır ortalıkta olmadığını öğrendim. Kahvehanedekiler duruma alışmış, yokluğunu hissetmiyorlardı bile. Buna nasıl alışmışlardı anlayamıyordum. Önce birkaç gün sormuşlar, sonra unutulmuş gitmiş.

Birkaç hergele dostumla aynı kaderi ve üzüntüyü paylaştığıma seviniyordum. En azından onlar da benim gibi düşünüyorlardı. Peki, şimdi insanlar kiminle konuşarak teselli buluyorlardı? Hergele dostlardan, onun yerine başka birkaç deli geldiğini ama onların bırakın Kenan Ağabey gibi olmasını, varlıklarının bile hissedilmediğini öğrendim.

Şimdi ne yapacaktık? Sorunumuzu hangi merciye bildirecektik? Babası ile kavga edenler soluğu kimin yanında alacaklardı? Madonna, Muhammed Ali, Boris Yeltsin ve Enver Paşa hakkında kim anlatacaktı o enfes hikâyeleri? Aşkı konuşacaktık daha… Kırgınlıklarımızı, sevinçlerimizi paylaşacaktık. Verdiği örneklerle, yine bizi bazen derin susuşlara, bazen de kahkahaya boğacaktı…

Bunları düşünürken gökyüzüne bakarak hayale daldım. Kenan Ağabey bir gün uzayı ve sonsuzluğu anlatıyordu. Yıldızlar demişti: “O kadar çoklar ki, herkese yetecek kadar var. Takılın istediğiniz yıldızın peşine, o sizi aradığınız yere götürecektir…”