‘Alice’ bakmanın ve anlamaya çalışmanın absürt bir çaba olarak algılandığı zamanlarda, kendimizi ne kadar eğip bükebileceğimizi görmek adına bir imkan sunan, çok değil ama o imkanı sunan bir sergi

Delik

ALEV KARADUMAN - karadumanalev@gmail.com

“Aman Tanrım! Bugün de ne tuhaf şeyler oluyor! Daha dün her şey eskisi

gibiydi. Acaba dün gece değiştim mi ben? Dur bakayım: Bu sabah

uyandığımda aynı mıydım? Bir değişiklik duymuştum gibi geliyor. Ama

aynı değilsem, değişmişsem, yeni bir sorun çıkıyor ortaya: Ben kimim o

zaman? İşte asıl bilmece bu!”

(Alice Harikalar Diyarında, Lewis Carroll, İkinci Bölüm, Gözyaşı Gölcüğü)

Bence masalları, fantastik öyküleri sevmemizin iki sebebi var. İki
zamanı var. Çocukken bu hikayelerle yetkin ve yetişkin olabilmenin hazzını yaşadığımız için; büyüdüğümüzde de tam olarak aynı hikaye ile

Bu sefer de çocukluğun, tecrübesizliğin naifliğine geri dönebildiğimiz için… Alice tavşan deliğine düşeli tam 150 yıl oldu ama çocuklar ve büyüklerin, Doğuluların ve Batılıların ve Romalıların Alice hakkında düşündükleri, söyledikleri bitmedi. Bitmez… Lewis Carroll belki de fikir ve edebiyat dünyasının en güçlü, en daim metaforunu yarattığının farkına varmadan Alice’i o diğer dünyaya geçirince; bize de kırıklar, çatlaklar, belki de sızıntılarla birbirinden ayrılan dünyaların gizinin peşinden gitmek düşüyor.

Sine Ergün küratörlüğünde hazırlanan ‘Alice’ sergisi de bu peşinden gidişin en yakın zamanda vücuda gelmiş hallerinden. Sergi hikayeye, Alice’in büyüyüp küçüldüğü gibi dünyamızda karşılaştığımız türlü deformasyona rağmen usdışının ussallaşarak normalleşmesi ekseninde bakıyor. Alice ilk yayımlandığında eleştirmenlerin hikayeyi ‘Bir çocuğun gözünden büyüklerin absürt dünyası’ şeklinde yorumlamasına zıt bir yorum bu elbette ki. Bizlerin kendi dünyamızdaki deliklerden düşüp, sonra da hiçbir şey olmamış gibi üstümüzü başımızı düzeltip yola devam ettiğimiz, farkı fark etmemeyi, bakmayı ve görmemeyi tercih ettiğimiz, deformasyonu bir kaide olarak kabul edip, delik-öncesi ve sonrası hesaplaşmalarını yapmadığımız distopyatik bir dünya okuması üzerine kurulu; büyüsü görüşünde gizli bir sergi.

İlkokulda mevsim şeridinin hemen yanında duran ‘çağlar’ çizelgesini hatırlarsınız… Dinlemekten sıkıldığım derslerde o çizelgeye dalıp acayip şeyler düşünürdüm hep. Yeşil orta çağın bitip de sarı yakın çağın başladığı, köylerin evlerin, insanların, kıyafetlerinin ve konuştukları dillerin bir anda değiştiği bir dünya hayal ederdim.
Minik fötr şapkalı adamların el ele yeşilden sarıya, çizgiye değmeden akın akın atladıkları o görüntü hala gözümün önünden gitmez. Bir gün dayanamayıp öğretmene böyle bir şey olabilir mi diye sorduğumda bunun mümkün olmadığını, herkesin aynı anda çağ değiştirmediğini, hatta dünyanın farklı yerlerinde farklı çağların yaşandığını söyleyince hayallerimin iyice baş edilmez bir boyut aldığını hatırlıyorum.

Büyüdükçe eskiden yeşil sarı diye görünen o çağlar arası çizgilerin, haritalar üzerindeki çizgilere ne kadar da benzediğini fark ettim elbette ki. Fark etmem o kadar cılızdı ki ama... Herkesin her şeyi fark ettiği kadar ettim. ‘Alice’ sergisi hem çizgi ve ötesi, delik ve aşağısı, ben ve yukarısı, ‘e peki burası’, küçük ben ve büyük ben kavramlarına değiyor hem de bu ‘hepimizin fark ediş şekli’ni anlamaya ve idrak etmeye zorluyor. Çizgileri hadi birileri çekmişti çekmesine de peki ya delikler çatlaklar? Sergide yer alan İranlı sanatçı Mona Aghababaee’nin Mome adlı işi apaçık bu soruyu soruyor: Biz bu delikten düştük düşmesine de, bu çatlakların suyu nereden geliyor? Bunu bilemeyeceğiz… Ama bilebileceklerimiz var.

Günlük hayatımızın istençdışı şekilde bir parçası olmuş onlarca şeyi düşünelim. Trafik, mesai, sosyal zorunluluklar, ‘öyle dışarı çıkılmaz’lar, polisler jandarmalar, savaşlar televizyonlar. Bunlar ne zaman gelip kuruldular hayatımızın baş köşesine? Kimin rızası ve ricasıyla? Neyin ihtiyacında? Bunları bilebiliriz… Ama bu sefer de soru bunları bilip bilmemek değil; nasıl bu gönülsüzlüğe rağmen böylece devam edebilmek; devam edişimiz! Kedi gibi… Özgü Özbudak’ın Durak ismini verdiği fotoğraf derlemesinde bu gönülsüzlüğe boğazına kadar batmış insan halleri görmek mümkün. Bir çerçeveci dükkanı ya da bir plazanın penceresi olsa da bulundukları yerler, günlük hayatımızın her an bir parçası olan mekanları bu duyarlılık ve bakış açısı ile görünce orada oluşları o kadar sebepsiz ve sonuçsuz ki, delikten ölesiye bir kuvvetle fırlatılmışlar ki…Kolombiyalı sanatçı Ana Bravo Perez’in video ilüstrasyonunda da aynı fırlatılmışlığı görmek mümkün.

Ama bunun ki daha bir Alice’e benziyor; boyunu aşan çalılıkların arasında, iletişim için gerekli sözcüklerin kaybolduğu bir zamanda, bir günü yeniden yaratmaya çalışır dünyada. O dünyanın ilk kadını, ilk gününde, ilk sözcükleri bulabilecek mi?

Sergideki fotoğraf derlemelerinden biri de Sana Ghobbeh’e ait. Sanatçı Avrupa’da daha fazla kalmasına izin verilmediği için ülkesine, savaşın olduğu yere giden Suriyeli bir arkadaşına veda etmek zorunda kalmış. Giderken bir çift ayakkabısını istemiş ve Amelie’nin bahçe cinleri gibi Avrupa’nın dört bir yanında, kentsel alanlarda fotoğraflamış ayakkabıları. Şimdi o Suriyeli arkadaş hangi delikten düştü? “Aşağı, aşağı, aşağı. Hiç sona ermez mi bu düşüş! ‘Onca mil kaç saat düştüğümü merak ediyorum’ dedi yüksek sesle.” diye geçiyor Alice Harikalar Diyarı’nın birinci bölümünde. Sahi o Suriyeli arkadaş kaç mil, kaç metre, kaç fit düşmüştür delikte? Cansu Gürsü ‘En uzak yer’ adlı ahşap üzerine akrillik çalışmasında sanki o arkadaşın gittiği yeri işaret ediyor gibi… Gittiği mi demeli kaldığı mı? Delik; çok geçirgen…

‘Alice’ bakmanın ve anlamaya çalışmanın absürt bir çaba olarak algılandığı zamanlarda, kendimizi ne kadar eğip bükebileceğimizi görmek adına bir imkan sunan, çok değil ama o imkanı sunan bir sergi.

Sergiyi 9 Aralık’a kadar Maumau, Space Debris ve Studio Kein’da görebilirsiniz. Hatta gittiğinizde benden Alice’e ve tavşana selam bile söyleyebilirsiniz(!) Tanıyacaktır...