Filozoflar, bilinen tarihin her evresinde paranın ayartıcı, yoldan çıkarıcı özeliği üzerinde durdular, yazıp çizdiler.

“Demeye de dilim varmıyor ama...”
Sokak röportajında bir kişinin “Telefonu çıkar göster” demesi üzerine genç telefonunu o kişinin ağzına sokmuştu.

Jorge Luis Borges Alçaklığın Evrensel Tarihi’nde “Maskeli Boya Ustası Merv’li Hakim’in kente gelişini şöyle anlatır: “İnsanlar… Güneş varken yakan, ay çıktı mı donduran baş döndürücü çölün en ucundan, çok uzun boylu görünen üç siluetin yaklaştığını fark ettiler. Onların üçü de insandı ama ortadakinin kafası bir boğa kafasıydı. Yaklaştıklarında onun bir maske kullandığını diğer ikisininse kör olduğunu gördüler. Oradan biri bu hayret verici durumun sebebini merak etti. ‘Onlar kör oldu’ diye açıkladı maskeli adam, ‘çünkü benim yüzümü gördüler.” (Can Yayınları, s.67)

Hikâyeler birbirine benzer. Kıssadan hisseler ise neredeyse hep aynı şeyi söyler. Maskeler gizlemek ve gizlenmek için, aynalar gerçeğin saklanamayacağını kişinin önünde sonunda kendi sırlarına mahkûm olacağını anlatır. Maske çoktan çıktı. Herkes kendi yüzünü gördü. Biz de artık maskelerin en güzellerini, en ihtişamlı olanlarını takanların yüzlerini gördük ve şimdi tıpkı Hakim’in hikâyesinde olduğu gibi soruyoruz, biz de kör mü olduk? Konumuz da sorunumuz da işte budur. Artık ‘çıkar cep telefonunu’ diye delikanlıya atarlanan kendini bilmeze aldırmıyoruz. O sıralarda birileri biliyoruz ki “akıllı” telefonlarını çıkarıp hızla iki “bilgiyi” gözden geçiriyor, gerekli emirleri veriyorlar. İlki döviz durumu olmalı. Dolar kaç oldu, Euro nereye gidiyor? Alıp satacak, akşam piyasa kapanınca kâr zarar durumunu gözden geçirecek, kısa günün karına bakacak, düzenin sürüp gitmesi, iktidarın bekası için ne yapmak gerektiğini düşünecek planlar yapacaktır. İkincisi her türden hava durumunu merak ediyor. Yağmur yağacak mı, fırtına geliyor mu? Yağmur yağabilir, fırtına patlayabilir diye geçiyor aklından. Bizim yaptıklarımızı bize yaparlar mı, intikam saati deli gibi çalar mı? Merv’li Hâkimin hikâyesindeki son korkutuyor. Aslında boşuna korkuyor, hasmını iyi tanımadığı belli. Yine de paranın hâkimiyetini seviyor, onun gücünün ebediliğine güvenmek yenilmezliğine inanmak istiyor.

Paranın güçlü imparatorluğu

Filozoflar, bilinen tarihin her evresinde paranın ayartıcı, yoldan çıkarıcı özeliği üzerinde durdular, yazıp çizdiler. Belki en eskilerden birisi, MÖ 50-90 yıllarında yaşamış ünlü ozan Lucretius’un Türkçeye Tomris Uyar-Turgut Uyar tarafından Evrenin Yapısı adıyla çevrilen De Rerum Natura’sındadır. Şöyle yazar Lucretius: “...Mal tutkusunu altının bulunuşu izledi. / Altın çarçabuk alt tetti güzeli, güçlüyü.” (Evrenin Yapısı, Norgunk Yayınları, s.206)

Sophokles, Antigone’da daha açık yazar: “Çünkü insanoğlunun hiçbir icadı / para kadar fesat verici değildir, / ülkeleri harap ve yerle bir eden odur: / Dessaslığı (hilebazlığı) öğreterek mertliği bozar ve böylece / asi ruhları fenalığın menfur yoluna saptırır.” (MEB Yayınları, Yunan Klasikleri-5, s.24)

Konunun bilimsel açıklaması ise Marx’tadır.

Marx Kapital’in birinci cildinde mübadele sürecini açıklarken “fiyat metada nesneleşmiş emeğin para ile ifade edilen adıdır” der. (Kapital Cilt 1, Yordam Yayınları, s.108) Ama değer büyüklüğü ile fiyat arasında büyük nicel farklılıklar olması mümkündür, sonuçta yine Marx’ın ifadesiyle “kuralların kendilerini ancak kuralsızlığın kör ortalamaları olarak hayata geçirebildiği bir üretim tarzında, bu biçimi uygun bir biçim haline getirir. (Age. s.109)

Peki değer ile fiyat arasındaki fark yalnızca böyle mi ortaya çıkar?

Yine Marx’a başvuracak ve artık uzun alıntılardan ibaret bu yazıyı hiç değilse gerçekleri, hem de bizim ülkemizin yüz kızartıcı gerçeklerini anlatan bir denemeye dönüştürmeye gayret edeceğiz. Şöyle diyor Marx: “Bununla beraber, fiyat biçimi, sadece değer büyüklüğü ile fiyat, yani değer büyüklüğü ile bunun parasal ifadesi arasındaki nicel uyuşmazlık olasılığı ile bağdaşmakla kalmaz, aynı zamanda, nitel bir çelişkiyi de gizleyebilir; öyle ki para metaların değer biçiminden başka bir şey olmadığı halde, fiyat değeri hiç ifade etmeyebilir.” (Age. s.109)

Değersiz ama yine de bir fiyatı var

Bundan sonra söyleyeceklerimizi, “hırsız bizim hırsızımızsa onu koruruz” diyen anlayışın ya da ilçe başkanı falan filanın ya da gazeteci kılıklı iş bitiricinin ne kadar bilimsel bir temel üzerinde işini görmeyi seçtiğini yine Marx’ın sözlerini sürdürerek göstereceğiz. Devam ediyor Marx: “Örneğin, vicdan, şeref vb. gibi kendileri meta olmayan şeyler, sahipleri tarafından para karşılığı elden çıkartılabilecekleri ve böylece bir fiyatları olacağı için meta biçimini alabilirler. Bundan dolayı, bir şey, bir değere sahip olmaksızın, biçimsel olarak bir fiyata sahip olabilir.” (Age s.109) Sizin olan, size ait olan, hiç kimsenin de ortak olmak istemeyeceği, allayıp pulladığınız, yere göğe koyamadığınız, metalaştırdığınız zaman, kapitalizmin kurallarına pek uygun, ama bir emek ürünü olmadığı için gerçekte bir değeri olmayan, bu nedenle sanal olan “malınızı”, piyasaya sunduğunuzda, belki de yüksek bir fiyata alıcı bulabilirsiniz.

Demek ki sık sık dile getirilen, ama “seçkin” şahsiyetler tarafından sanki bir marifetmiş gibi söylenen ve cüretkâr bir itirafa dönüşen, “çalıyor ama yapıyor, çalışıyor” varyantı, başka varyantlar da var, daha önce epeyce büyük bir kitle tarafından kabul gören somut gerçeği, yani yandaş hırsıza övgüyü, egemen siyasetin gerçeğini temsil ediyor.

Siyasetin her türden kaygıyı ölçüyü bir yana bırakmış, perdeye peçeye gereksinim duymayan sözleri gerçeği yansıtan bir haber olarak sosyal medyada, sokakta, kürsülerde kendine yer buldu; ama bu kadar değildir, O gerçek, Türkiye’nin, dönemin özelliklerinden birini karakterize eden, halkın artık değer vermek istemediği, iktisatçıların moda deyimiyle “fiyatlandırmadığı, satın almadığı” gerçek olarak tarihteki yerini aldı ve değiştirilmeyi bekliyor.

***

Acıdır ama kitapta yeri var. Başka ülkelerde de görülmüştür; Türkiye geçmişte o ülkelere benzememekle övünür, kendi kırık demokrasisinin, yolsuzlukların hayat tarzına dönüştüğü “Filipin demokrasisi” olmadığını iddia eder, “muz cumhuriyeti miyiz biz?” diye sorulduğunda egemenler bile başlarını öne eğerek “hayır değiliz” diye yanıt verirlerdi. Tek tek hırsızlıklar soygunlar evet gazetelerin izini sürdüğü, halka duyurduğu “hayali ihracat” gibi yolsuzluklar, siyasi cinayetler can yakıyordu ama bu durum ülkenin kendisine dönüşmez, itirazlar isyanlar ağır bastığı için, kuruluşun sihri henüz dağılıp gitmediği için ülkeyi belirleyemiyordu. Sistem gerçekleri gizlemek için henüz enflasyon ile hayat pahalılığını birbirinden ayırmayı gerekli görmüyor, işin doğrusu aklına bile gelmeyen bu esrarengiz formülü henüz bilmiyordu. Belki de o günleri yeterince anlamaya çalışmadığımız, fırsatları kolayca harcadığımız, tehlikeleri görmezden geldiğimiz, küçümsediğimiz için çıkışın artık iyice zorlaştığı bugünlere, ne yapacağımızı tam bilemediğimiz zamanlara geldik.

Marx, kapitalist üretim tarzını, onunla uyuşan üretim ve dolaşım ilişkilerini bu olguların klasik ülkesi İngiltere örneğinde çözümler. Fakat bunu yaparken çözümlemenin öteki kapitalist ülkeler için de geçerli olduğunun altını özellikle çizer, bu gerçeği “de te fabula narratur - hikâye seni anlatıyor” (Age, s.18) sözleriyle vurgular. Hiç kuşkusuz bu sözler Türkiye için de geçerlidir. Evet kuşku yok hikâye bizi de anlatıyor ama biz bu hikâyenin neresindeyiz? Araf’tayız sanki; Tanpınar’ın dediği gibi “ne içindeyiz zamanın ne de büsbütün dışında”,

Kapital’den aktardığımız “vicdan ve onurun metaya dönüşmesi” arızi bir durum değil, günümüzün siyasi gerçeğiyse bütün bu olup bitenlerde bizim sorumluluğumuz hiç mi yok… “Kabahatin çoğu senin canım kardeşim…” derken haksız mıydı şair?