Xi Jinping’in 2012’de ÇKP kongresinde genel sekreter seçilmesi ve 2013 yılında ise devlet başkanı görevine getirilmesinden sonra Çin’in Rusya ile ilişkileri pragmatik bir ilişki türünden stratejik bir ortaklığa terfi etti.

Demokrasi ile otokrasinin savaşı mı?

Barış ADIBELLİ

Uzun süreden beri Rusya, Ukrayna, ABD ve NATO arasında yaşanan gerginlik 24 Şubat günü Rus ordusunun Ukrayna’ya girmesiyle farklı bir yöne döndü. Ukrayna’da başlayan savaş aslında çok uzun zamandan beri çeşitli vesilelerle gündeme getirilen uluslararası sistemin yapısına yönelik tartışmaları tekrar alevlendirdi. Rusya ve Ukrayna’ya destek verenler şeklinde dünya yeniden bir kutuplaşmaya doğru gitme eğilimine girdi. Bu durum kendisini en belirgin şekilde 2 Mart günü BM Genel Kurulunda Rusya’nın kınanması için yapılan oylama sonuçlarında gösterdi. 141 kabul, 5 ret ve 35 çekimser oyun çıktığı bu oylamada özellikle Çin ve Hindistan gibi dünya ekonomisinin iki önemli üretim merkezinin çekimser oy kullanması hem dünya hem de ABD için önemli mesajlar içeriyordu.

Dünya, geliyorum diyen bir savaş olan Ukrayna savaşı üzerinden aslında mevcut uluslararası düzene karşı olan tepkilerini de yansıtmaya başladı. Uluslararası sisteminin yapısına yönelik en büyük eleştirilerin geldiği merkezlerden birisi olması nedeniyle Kıta Avrupası’nın ABD ile kurmak zorunda kaldığı zoraki ittifakın doğası halen tartışma konusu ve bu süreçte nereye doğru everileceği belirsizliğini koruyor.

Rusya’ya göre Ukrayna’ya askeri müdahale meşru müdafaa kapsamında özel bir operasyon olarak görülerken, ABD, NATO ve AB için bir işgal olarak değerlendirildi. Kimlerine göre ise Rusya’nın Ukrayna hamlesi çok kutuplu dünya düzeni söylemine son verdiği endişesiyle bir nevi Francis Fukuyama’ya atıfla tarihin sonu olarak kabul edilirken, Doğu ile Batı arasında sıkışıp kalan Rusya’nın Batı ile karşı karşıya gelmesi, Huntington’un Soğuk Savaş sonrası dünyası için tasarladığı, kurguladığı “Medeniyetler Çatışması” teziyle de çelişir bir görüntü sergiliyordu. Huntington, geleceğin mücadelesini artık ideolojiler arasında değil Batı medeniyeti ile İslam ve Çin medeniyetleri arasında geçeceğini söylemişti; ancak Huntington, ideolojiler ve medeniyetler çatışmasının arasındaki jeopolitik çatışma dönemini tamamıyla gözden kaçırmıştı. Bundan dolayı Rusya’nın medeniyetin hangi tarafında durduğu sorunsalı da önemli bir tartışma konusu olarak ortaya çıktı.

Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy, Ukrayna’yı Rusya ile medeniyet arasındaki son savunma hattı olarak adlandırması aslında yüzyıllar boyunca Avrupa’da Ruslara doğudan gelen Tatarlar gözüyle bakmalarını hatırlatmaktadır. Rusların yüzyıllar boyunca Avrupa tarafından Avrupa medeniyetinin bir parçası olarak görülmemesi onur kırıcı bir tarihsel travma olduğu kadar önemli bir kimlik problemi de teşkil etmiştir. Dostoyevski, bu durum için “Ruslar Avrupa’da köle olarak görülürken Asya’da Avrupalı efendi olarak görülmektedir” diye yazmaktadır. Dolaysıya bugün Rusya’nın Batı’yla yaşadığı süreç aslında jeopolitik rekabetin getirdiği çatışmayla birlikte medeniyetler çatışmasından numuneler de taşımaktadır.

George Modelski, ortalama her yüzyılda bir yaşanan büyük bir savaş ile küresel liderliğin el değiştirdiğini savunmakta, bu varsayımını da “dünya liderliğinin uzun döngüsü” olarak adlandırmaktadır. Bu bağlamda, Modelski çalışmasında 1494’ten başlayarak, ortalama 107 yıl uzunluğunda beş döngü tanımlamıştır. Modelski’ye göre döngünün tamamlanmasıyla birlikte yeni bir küresel gücün çıkışına olanak sağlar. Bazıları, Modelski’nin dünya liderliğinin uzun döngüsü tezi üzerinden bir okuma yaptığında Ukrayna savaşının 1945 yılından beri sürmekte olan ABD’nin hâkim olduğu tek kutuplu sistemin bulunduğu döngüyü tamamlayacak bir küresel veya bölgesel bir savaşa bir başka deyişle üçüncü dünya savaşına neden olacağını savunmaktadır. Böylece, Çin gibi güçlerin merkezinde olduğu çok kutuplu bir yeni düzenin ortaya çıkacağı savunulmaktadır. Dolaysıyla, Ukrayna savaşını da üçüncü dünya savaşına açılacak bir kapı olarak değerlendirenler hiç de azımsanmayacak kadar çoktur. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un sık sık Ukrayna savaşının bir üçüncü dünya savaşına dönüşme potansiyelinden bahsetmesi de Modelski’nin tezini savunanları cesaretlendirmektedir.

Yükselen Asya: Yeni bir dünyanın başlangıcı mı?

21. yüzyılın en önemli fenomeni yükselen Asya’dır. Asya’nın yükselişi beraberinde fırsatlar getirdiği kadar riskler de getirmektedir. Yükselen Asya beraberinde yeni bir dünyayı ya da yeni bir dünya düzeni getirmediği açıktır. Yükselen Asya yeni bir jeopolitik ve jeoekonomik güç merkezinin yükselişinin bir adıdır. Bu yükselişin, tek başına mevcut dünya düzenine meydan okuyacak mahiyette olduğu tartışmalıdır. Yükselen Asya’ya paralel olarak diğer bir yükseliş de Çin’in yükselişidir. Çin’in barışçıl kalkınma adını verdiği bu yükselişin daha şimdiden uluslararası sistemde etkisi yavaş yavaş hissedilmeye başlamıştır. Yükselen Asya’nın diğer bir aktörü ise Rusya’dır. Her ne kadar Çin kadar ekonomik bir etkisi olmasa da Rusya’nın askeri gücü ve bölgede başta Hindistan olmak üzere birçok ülke ile iyi ilişkilerinin ve özellikle Orta Asya üzerinde etkisinin bulunması ve Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Çin ile birlikte kurucusu olması Yükselen Asya’daki konumunu önemli hale getirmektedir.

Rusya ve Çin, özellikle Trump’ın başkanlığı döneminden itibaren çok kutuplu, çok merkezli ve çok sesli bir uluslararası sistemden daha fazla bahsetmeye başlamıştır. Bu söylem kuşkusuz tek kutuplu sistemi bir şekilde devam ettirmeye çalışan ABD tarafından mevcut uluslararası sisteme yönelik bir meydan okuma olarak görüldü. Öyle ki, dönemin ABD başkanı Trump, her fırsatta Çin’in uluslararası sisteme karşı meydan okuduğu konusunda ısrarını sürdürdü ve hatta bu ısrarını tek kutuplu sistemin en önemli askeri aparatı ve simgesi olan NATO’nun 2030 vizyon belgesine ve ABD’nin ulusal güvenlik strateji belgeleri gibi birçok önemli belgeye yazılmasını sağladı. Dahası, tüm müttefikleriyle Çin ve Rusya’ya karşı ortak eylem çağrısında ve girişiminde bile bulundu.
Özellikle, Xi Jinping’in 2012’de ÇKP kongresinde genel sekreter seçilmesi ve 2013 yılında ise devlet başkanı görevine getirilmesinden sonra Çin’in Rusya ile ilişkileri pragmatik bir ilişki türünden stratejik bir ortaklığa terfi etti. 2013 yılında Kuşak ve Yol Girişimi’nin ilan edilmesi ve 2017’de Çin Komünist Partisi 19. Kongresi’nde Çin’in 21. yüzyılda izleyeceği yeni yol haritasının açıklanması, Çin’i bölgesel güç statüsünden sorumlu büyük güç statüsüne taşımıştır. En başından itibaren Çin, Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin kurduğu yenidünya düzeni adını verdiği sistemi benimsemedi. Çin, Soğuk Savaş sonrası düzenin tam manasıyla kurulamadığını mevcut düzenin sadece bir geçiş dönemi olduğunu bugüne kadar savundu.

ABD’nin son dönemde gerek Çin, gerekse Rusya’ya karşı önlemler, yaptırımlar ve kısıtlamalar getirmeye çalışması ve gerekçe olarak bu iki ülkenin “kendisine ait olan” uluslararası sistemi yıkmaya yönelik faaliyetlerde bulunmakla suçlaması, her iki ülkeyi de mevcut sistemin terk kutuplu yapısının değişmesi konusunda daha belirgin ve görünür bir eylem birliği içerisine girmesine neden olmuştur. Çarlık döneminden bu tarafa Çin’i her zaman bir rakip olarak gören Rusya, Çin ile yeni bir dünya kurabilmenin kapısını 4 Şubat 2022’de Putin’in Pekin Kış Olimpiyat oyunlarının açılışına katılmak için Çin’e yaptığı ziyarette araladı. Xi Jinping göreve gelmesinden bu yana Putin ile tam 38 kez bir araya gelmişti.

Putin Pekin ziyaretinde Xi Jinping ile birçok alanda imzaladığı anlaşmaların yanında 117,5 milyar dolarlık yeni bir doğalgaz anlaşması imzalaması dikkat çekiciydi. Esas dikkat çeken gelişme ise Putin ve Xi tarafından birlikte 4 Şubat günü “Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin Yeni Bir Çağa Giren Uluslararası İlişkiler ve Küresel Sürdürülebilir Kalkınma Konusunda Ortak Açıklama” yayınlamak oldu. Bu açıklama açıkçası ABD önderliğindeki dünya düzenine karşı açıkça bir manifestoydu. İki lider, devletlerarasında artan bir karşılıklı ilişki ve bağımlılık bulunduğuna işaret ederek, dünyada gücün yeniden dağıtılmasına yönelik bir eğilimin ortaya çıktığını vurguladılar. Ayrıca, iki lider, ortak açıklamada demokrasinin sınırlı sayıda devletin ayrıcalığından ziyade evrensel bir insani değer olduğunu ve demokrasinin geliştirilmesi ve korunmasının tüm dünya toplumunun ortak bir sorumluluğu olduğu anlayışını paylaşarak, ülkelere demokrasiyi tesis etmede rehberlik edecek, herkese uyan tek bir şablonun olmadığını ve bir devletin demokratik olup olmadığına karar vermenin sadece o ülke halkına ait olduğunu söylediler.

Öte yandan,, Çin ve Rusya, NATO’nun doğuya genişlemesine karşı çıkarak, Kuzey Atlantik İttifakı’nı Soğuk Savaş’ın ideolojik yaklaşımlarından vazgeçmeye, diğer ülkelerin egemenliğine, güvenliğine ve çıkarlarına, uygarlık, kültürel ve tarihi geçmişlerinin çeşitliliğine saygı duymaya ve adil davranmaya çağırdılar. Bunun yanında, iki ülke, dış güçlerin ortak komşu bölgelerde (Kazakistan’daki protesto gösterilerine atıfta bulunuluyor) güvenlik ve istikrarı baltalama girişimlerine de karşı durarak, dış güçlerin herhangi bir bahaneyle egemen ülkelerin iç işlerine müdahalesine karşı koyma niyetiyle, Renkli Devrimlere de karşı çıktılar.

demokrasi-ile-otokrasinin-savasi-mi-988209-1.
Xi Jinping ile Putin, Pekin Kış Olimpiyatları’nda NATO karşıtı açıklamalarda bulunmuştu.


Çin ve Rusya, ortak açıklamada Avrasya kıtasındaki halkların yararına bölgesel birliklerin ve ikili ve çok taraflı entegrasyon süreçlerinin geliştirilmesini teşvik etmek için Kuşak ve Yol’un inşasına paralel ve koordineli olarak Büyük Avrasya Ortaklığı’nı inşa etmeye odaklandıklarını bir kez daha teyit ederek yeni bir ortaklık modeline işaret ettiler. Bu ortaklık modeli giderek kutuplaşan dünya da yeni bir blok olma ihtimalini de ortaya çıkarmaktadır. Ukrayna savaşının yoğun bir şekilde yaşandığı şu günlerde Çin halen Rusya’ya destek vermeye devam ediyor. Bu desteğin arkasındaki nedenlerden bir tanesi Çin’in kırmızıçizgileri sayılabilecek Güney Çin Denizi, Tayvan ve Hong Kong’da ABD’nin izlediği politikalarıdır. Dolaysıyla, Çin, Rusya üzerinden ABD ile hesaplaşma arayışındadır. Her ne kadar Putin, NATO tehdidi nedeniyle Ukrayna’ya müdahale etmiş olsa da esas nedenlerden bir tanesi de bir jeopolitik felaket olarak değerlendirdiği Sovyetler Birliği’nin çöküşünün sorumluları olarak Avrupa’daki eski Sovyet ülkelerini görmesi ve onlardan hesap sorma arayışıdır. İşte, tam bu noktada Rusya, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının hesabını sorarken aynı zamanda iki kutuplu sistemin ortadan kalkmasının da hesabını soruyor gibi durması yükselen Asya’nın en önemli siyasal altyapısını oluşturacak olan çok kutuplu sistem arayışı ve çabasıyla çelişir bir görüntü sergilemektedir.

Demokrasi ile otokrasinin savaşı

1 Mart günü ABD Başkanı Biden göreve gelmesinden bu tarafa ilk defa Kongre’de ortak oturumda birliğin durumu konuşmasını yaptı. Sürmekte olan Ukrayna-Rusya savaşıyla ilgili konuşmasında önemli tespitlerin yanında bu savaşın adını da koydu. Biden, Ukrayna-Rusya savaşını “demokrasi ile otokrasi arasındaki savaş” olarak adlandırdı. Biden’ın konuşmasında demokrasi ve otokrasi kavramlarına vurguda bulunması 1947’de Truman’ın Kongre’de yaptığı ve daha sonra Truman Doktrini ve Soğuk Savaş’ın manifestosu olarak da adlandırılan konuşmasını hatırlatmaktadır. Ayrıca, 1980’lerin ortalarında Reagan yönetiminin Sovyetler Birliği’ni “şer imparatorluğu” olarak adlandırması ve bugün ise ABD’nin Rusya’yı “şer ekseninin” bir parçası olarak görmesi aslında tarihsel bir paralellik kurarak ABD’nin yeniden Soğuk Savaş döneminin bir nevi dejavusunu yaşamasını göstermektedir.

Biden’ın birliğin durumu konuşmasında Ukrayna’da yaşanan savaşı demokrasi ve otokrasi olarak iki blok arasında yaşanan bir sürece benzetmiş olması, ABD’nin bir kez daha meselelere bizler ve onlar perspektifinden bakmayı kendisine bir strateji olarak benimsediğini göstermektedir. Daha önce de dönemin ABD Başkanı Bush, 11 Eylül saldırılarının ardından Kongre’den dünyaya seslenerek “ya bizdensiniz ya da teröristlerden” diyerek, dünyayı ABD’nin yanında durmaya zorlamıştı. Bugün gelinen nokta da ABD bir kez daha dünyayı demokrasi adını verdiği kendi safında ve liderliğinin altında durması için zorlamaktadır. Oysa yakın zamanda “demokrasi götürmek” vaadiyle Afganistan, Irak ve Libya’nın işgalini unutmuş gibi görünmektedir.