Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde doğan Osmanlı-Türk aydınlarının başlarına gelmedik kalmadı. Aydın olmak başlı başına bir “suç” oluşturuyordu.

İyi okullarda okuyup tahsil hayatlarını Avrupa ülkelerinde bitiren pek çok değerli insanımıza ülkeyi kalkındıracak makamlar yerine cezaevleri uygun görüldü.

Okuyup bir şeyler öğrenenlerin tek dertleri bu bilgileri halka aktarmak, onu uyandırmak, bilinçlendirmek, çağdaş insan haline gelmeleri sağlamaktı.

Yazıp çizdikleri, öğrencilerine anlattıkları hep bu doğrultuda oldu.

Devlet ise sürekli olarak bilgili insanları “tehdit” olarak algıladı. Onlara karşı her zaman dikkatli (!) oldu.

Doğru dürüst çalışmalarına izin vermedi.

Yurtdışı yasakları koydu.

Çalıştıkları okullardan attı.

Her yazdığında bir suç aradı.

Hepsinin finalinde bir hapislik mutlaka yerleştirildi.

Cumhuriyet’in ilk elli yılının talihsizlik şampiyonları solcu aydınlar oldu.

İsimlerinin yanında yattıkları cezaevleri birer akademi unvanı gibi yerleştirildi.

• • •

Bursa, Ankara, Çankırı Cezaevleri denildiğinde akla ilk olarak Nâzım Hikmet’in adı geliyordu. Adana Cezaevi Orhan Kemal, Sinop Cezaevi Sabahattin Ali…

Tek parti dönemi 1950 Genel Seçimleri’yle sona erdiğinde ülke aydınları derin bir “Oh” çekeceklerdi ki, 1951 TKP Tevkifatı geldi. Devlet hesabına Türk Dili ve Edebiyatı okumuş Samsunlu askeri okul öğretmeni Yüzbaşı Abdülkadir 9 sene yattı. Çıktığında Vedat Türkali olarak hayatına devam etti.

Mehmet Ali Aybar’ın İzmir’de 1947’de yayımladığı Zincirli Hürriyet gazetesi Türkiye’deki özgürlük mücadelesinin de arması gibiydi. Başkaları için özgürlük isteyenin bir ayağına hemen pranga vuruluveriyordu.

Nâzım Hikmet 1951’de yazdığı “Bir Hazin Hürriyet” şiirinde tam da bu durumu anlatıyordu:

“Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil insan gibi yaşamalıyız dersin,

büyük hürriyetinde basanlar kelepçeyi,

yakalanmak, hapse girmek, hatta asılmak hürriyetinle

hürsün…”


Aziz Nesin’in bir eli daktilosunda bir ayağı cezaevinde geçti yılları. Cezaevinden çıktığında ise bu sefer de sürgünler başladı.

Rıfat Ilgaz da farklı değildi. Bizim Yokuş kitabında öylesine içten yakınıyordu ki, “bize reva görülen hayat bu mu olmalıydı?” diye sorarken…

Rıfat Hoca, avukat arkadaşının yemek ısmarlamak için davetini kabul edip, birkaç dakikalığına onunla Sultanahmet Adliyesi’ne uğradığında, oradan tutuklu olarak çıktığını başka nasıl anlatsın ki?

1950’li yılların sonunda eli kalem tutan kim varsa -Demokrat Parti’nin sağladığı hürriyet ortamında- hepsi hapisteydi.

1961 Anayasası görece özgürlük ortamı sağlamıştı. Bu sayede Türkiye İşçi Partisi (TİP) çatısı altında sosyalistler ilk kez Meclis’e girebilmişlerdi.

Türkiye sağı ve askerler bu gelişmeyi bir türlü hazmedemediler. Demokrasiye geçişin ikinci on yılı askeri müdahaleyle kapandı.

Solcu aydınlara yine hapishane yolları göründü. Bu sunulan seçeneklerin iyisi idi. Çünkü o aydınlardan etkilenen gençler kurşuna dizildi. Sağ kalanları asıldı. Asamadıklarını da hapislerde çürütmek için sıkıyönetim mahkemelerinde mahkûm ettiler.

İlhan Selçuk Erenköy Zihni Paşa Köşkü’nde, Yılmaz Güney Selimiye Kışlası’nda aydın çilesi tarihine geçtiler.

1970’lerde Bülent Ecevit rüzgârı esiyordu. “Ne ezen, ne ezilen insanca hakça bir düzen” diyordu. Devletin içindeki kontgerilla yapısını dağıtacağım diyordu. Kontrgerillayı kuyruğundan yakalayan Ankara Savcı Yardımcısı Doğan Öz’ü kontrgerillaya teslim etti. Doğan Öz öldürüldü.

1980 Askeri Darbesi ülkede aydınlanma adına ne varsa yıktı geçti. Devlet (asker ve sivil bürokrasi) ile sermayenin en büyük korkusu karşılığı olmayan bir hezeyandı:

Solcular Türkiye’yi Sovyet Rusya’ya bağlayacaklar!

Oysa Sovyet Rusya, sağcı Süleyman Demirel hükümetlerinin en iyi iş ortağıydı. İskenderun Demir Çelik, Aliağa Petrol Rafinerisi, Gemlik Asit Fabrikası SSCB tarafından Demirel iktidarlarında kurulmuştu.

• • •

1980’lerin çileli dönemi İlhan Erdost’un askeri araç içinde öldürülmesi, 17 yaşındaki Erdal Eren’in asılmasıyla başlıyordu.

O yıllarda 650 bin kişi gözaltına alınmış, 500 kişi için idam kararı verilmiş, 50 kişi de infaz edilmişti.

2000’li yıllara gelirken Türkiye yeni tehlikeyi bulmuştu: İslamcılar!

Şeriat getireceklerdi.

Bu da solcuların ülkeyi Rusya’ya bağlayacakları gibi bir hezeyan olabilir miydi?

Solcular yine kalemlerini ellerine aldılar. Başta türban olmak üzere kendilerini katiyen ilgilendirmeyen “ibadet özgürlüğü” adına devletin hedefi oldular.

Pek çok isim var. Ama akla öncelikle Ahmet Altan geliyor. Çok etkili ve sert yazılar kaleme alıyordu. Bu yüzden ona “Tayyipçi” bile denildi.

Şimdi Tayyip Erdoğan İslamcı kimliğiyle Cumhurbaşkanı.

Ahmet Altan ise kardeşi Prof. Dr. Mehmet Altan ve gazeteci Nazlı Ilıcak ile birlikte üç kez ağırlaştırılmış müebbet hapis artı 15’er yıl ağır hapis cezası ile yargılanıyorlar.

Bir sütunluk yazıda Cumhuriyet tarihi özetlenemez. Ama ara örneklerin sıklığına bakarak şunu söylemek mümkündür:

-Türkiye’de devleti ele geçirenler düzenli olarak demokrasiye ihanet ettiler!