Adaner Usmani Demokrasi kriz yaşıyor diyorlar. Washington Post gazetesinin Super Bowl’da verdiği ilana göre “Demokrasi Karanlıkta Ölür.” Siyaset bilimciler Daniel Ziblatt ve Steven Levitsky’nin yazdığı son kitabın adı Demokrasiler Nasıl Ölür. Demokrasi akademisyenlerinin akıl hocası Larry Diamond’a göre ise küresel ölçekli bir demokratik daralma yaşıyoruz. Amacım bu tip endişeleri boşa çıkarmak değil. Yakın tarihimize baktığımızda […]

Demokrasiyi kurtarmak  için sınıf  mücadelesi gerekiyor

Adaner Usmani

Demokrasi kriz yaşıyor diyorlar. Washington Post gazetesinin Super Bowl’da verdiği ilana göre “Demokrasi Karanlıkta Ölür.” Siyaset bilimciler Daniel Ziblatt ve Steven Levitsky’nin yazdığı son kitabın adı Demokrasiler Nasıl Ölür. Demokrasi akademisyenlerinin akıl hocası Larry Diamond’a göre ise küresel ölçekli bir demokratik daralma yaşıyoruz. Amacım bu tip endişeleri boşa çıkarmak değil. Yakın tarihimize baktığımızda endişe edecek birçok şey görüyoruz. Fakat güncel olaylara takılıp kalmak yanıltıcı olabilir. Demokrasinin gerilemesine bakarken, Trump garabetine kapılıp genel bakışımızı yitirebiliriz.

Demokrasiyi anlamak –aynı zamanda onu savunmak ve derinleştirmek için– şimdi esen rüzgarlara değil, demokrasinin uzun tarihine bakmalıyız. American Journal of Sociology dergisinde kısa süre önce yayınlanan makalemde de tam olarak bunu yapmaya çalıştım. Araştırma bulgularım son 150 yıldaki demokratik ilerlemenin, devlet kontrolü üzerine verilen sınıf mücadelesinin meyvesi olduğunu gösteriyor. Demokrasi’nin kökeni, yoksulların zenginlerin rutinlerini bozma kapasitesine dayanıyor.

Yeni fikirler, kurumlar ve ideologlara bakıp endişelenmek yersiz değil. Fakat tarih gösteriyor ki, demokrasiyi kurtarma çabasının özü, sıradan insanların değişim yaratma kapasitelerini canlandırmaktır.

Demokratik Dönüşüm

Demokrasinin yükselişinin dünyayı değiştirdiğini görmek için alim olmaya gerek yok. Fakat bu yükselişin kalbinde bir çelişki yatar. Nihayetinde demokrasi, sınıflar ve statüler arası hiyerarşi üzerine kurulu toplumlara ‘eşitlik’ getirir. Atalarımız gelip bakacak olsa, kralların ve lortların gücü köylülere teslim etmelerini müthiş garipserlerdi. Fakat dünyamız istikrarla demokratikleşti. Elimizdeki göstergeler, Fransız Devrimi’nden bu yana yaşanmış en istikrarlı ilerlemelere tanıklık ettiğimizi gösteriyor.

Neden? Ne değişti? Verilen yanıtlardan birine göre siyaset değişti çünkü siyasete dair fikirlerimiz değişti. Seven Pinker’ın savı da buna benziyor. Pinker’a göre demokrasinin ortaya çıkışı, insani süreçlerin mantık kontrolüne geçmesiyle oldu.

Bu savın belirgin bir problemi var çünkü bir soruyu yanıtlarken, başka bir soruya işaret ediyor. Özgürlük ve eşitlik üzerine fikirlerimizin değişmesi demokrasiyi mümkün kıldıysa, fikirlerimiz niye değişti?

Bu soruya uzun süre boyunca verilen en yaygın cevap, demokrasinin ekonomik büyümenin bir sonucu olduğuydu. Nedenleri üzerine görüş ayrılıkları vardı – kimileri ekonomik gelişimin orta sınıfı daha hoşgörülü kıldığını savundu, kimi ise karmaşık bir ekonominin, karmaşık politikalar gerektirdiğini söyledi. Fakat genel kanı aynıydı; modernleşme demokrasiyi de beraberinde getirmişti.

Yakın dönemde yazılıp çizilenler bu görüşe karşı çıkıyorlar. Zengin ülkeler daha demokratik olsa da, ülkelerin geliştikçe demokratikleştiklerine emin değiliz. Ekonomik büyüme elitlerin konumunu sarstığı gibi, sağlamlaştırabilir de. Demokrasiye geçişin lehtarları ve aleyhtarları, modernleşme tezi tarafından yalnızca yüzeysel biçimde ele alınıyor. Demokrasiyi kim, kimden talep ediyor? Bu talep, hangi koşullarda yerine getiriliyor?

Devlet kontrolü üzerine sınıfsal mücadele

Bu sorulara yanıt arayan ekonomistler ve siyaset bilimciler, demokrasiyi zenginler ve yoksulların devlet kontrolü üzerine mücadelesinin sonucu olarak görmeye başladılar. Azınlıkta olan zenginler, siyasi eşitlikten korkarlar. Sayıca çok olan yoksullar, eşitlik hasreti çekerler.

Bu yazarlar, demokratikleşmeyi devlet kontrolü üzerine sınıf mücadelesi olarak görmekte haklılar. Fakat mücadelenin niteliğini genelde yanlış anlıyorlar. Daha spesifik konuşmak gerekirse, yoksulların demokrasiyi zenginlerden hangi koşullarda kazandığını yanlış anlıyorlar. Yoksulların ‘kaldıracı,’ artan refahtan ya da beklenmedik ayaklanma tehdidinden gelmiyor. Kaldıraç, yoksullara ‘elitlerin zenginliğinin önkoşulu’ olan rutinlere karşı çıkma imkanı veren ekonomik gelişmelerden kaynaklanıyor.

Bunu anlamak için önce ekonomi ve devlet üzerine bazı kaidelere göz atmalıyız.

Birincisi, eşit olmayan toplumlarda devlet yoksullardan ziyade zenginlere yakın duracaktır. Üstelik bunu bürokraside zenginlerin temsilcileri olmasa da yapacaktır. Nedeni basit: Devlet, kendi amaçlarını gerçekleştirmek adına ihtiyaç duyduğu kaynaklara erişmek için sağlıklı bir ekonomiye ihtiyaç duyar. Ekonominin sağlığı, yatırımların sağlığına dayandığı için ekonominin tepesinde yer alanların devlet üzerinde daha fazla etkisi vardır.

Tabii yoksullar da ekonomik yaşamın temellerini sarsabilir. Fakat ellerindeki tek koz ‘çalışma kapasiteleri’ olduğu için, zenginlerin aksine bu gücü bireysel ölçekte kullanamazlar. Ekonomik yaşantının temellerini sarsmak için başkalarıyla koordinasyon içinde çalışmaları gerekir. Örgütlü eylem bireysel eylemden çok daha zor olduğu için zenginlerin devlete etkisi yoksullardan daima fazla olacaktır.

İkincisi, bu sarsıcı kapasiteler daima asimetrik olsa da, her zaman aynı kalmazlar. Yoksul bir bireyin değişim yaratma kapasitesi, yaptığı işin neticesi değildir. Bazı yoksulların ekonomik yaşantıda daha fazla kaldıracı vardır çünkü kilit öneme sahip endüstrilerde çalışıyor olabilirler ya da nadir bulunan becerilere sahip olabilirler. Kimileri ise kolayca örgütlü hareket edebilirler çünkü büyük, kalabalık yerlerde çalışıyorlardır.

Ekonomik gelişmenin yoksullara ‘dolduracak yeni roller’ sunması önemli bir husustur çünkü zenginlerin yoksullara bel bağladığı yeni ilişkiler yaratır. Yoksulların mevcut roller içindeki dağılımını da değiştirir. Böylece zenginler ve yoksullar arasındaki ‘sarsıcı kapasite’ dengeleri değişir. Bu değişimler bazen aradaki ‘kapasite uçurumunu’ kapatır. Bu gerçekleştiğinde yoksullar da devlet üzerinde etki sahibi olur.

Bu olgunun demokrasinin kaderi açısından etkisi nedir? Basitçe söylemek gerekirse, sıradan insanlar ekonomiyi sarsacak beceriye kavuştuğunda, demokrasinin geliştiğini görürüz.

Devlet kontrolü üzerine sınıf mücadelesinin demokratikleşme açısından belirleyici olduğunu söylemek, diğer değişkenlerin önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Yaptığım analize göre bir ülkenin komşuları demokratikse, ülkenin demokratikleşme ihtimali de artıyor. Bunun yanında, adaletsizlik ne kadar fazlaysa, demokratikleşme de o kadar kaçınılmaz oluyor. Eğitim de demokratikleşmeye ön ayak oluyor. Fakat verilerin en tutarlı biçimde ortaya koyduğu iki değişken şu: sıradan insanların ekonomiyi sarsma kapasitesi ve mülk sahibi sınıfın çöküşü.

Demokrasiyi Savunmak

Günümüzde akademisyenleri ve yurttaşları endişelenen sorulara dönecek olursak, kısaca göz attığımız tarihsel dönemin verebileceği bazı önemli dersler var.

En önemlisi şu; demokrasinin, güç sahiplerini halkın çıkarlarına boyun eğmeye zorlama görevi olduğunu unutmamalıyız. Ekonomik adaletsizlik çıkar sahiplerine siyasi eşitliği görmezden gelme fırsatı sunduğu için, adaletsiz dünya düzeninde demokrasiyi savunmanın bazı kaçınılmaz zorlukları olacaktır. Demokrasinin mevcut sorunlarının bazıları yeni medyanın, ya da demagogların yükselişiyle ilintili olabilir. Fakat özüne baktığımızda, yaşadığımız problem çok eskiye dayanıyor.

Dolayısıyla demokrasiyi savunmaya ve sağlamlaştırmaya çalışırken demokrasinin yaradılış hikâyesine sağdık kalmalıyız. Demokrasi tarihi zenginler ve fakirlerin devlet kontrolü üzerindeki mücadelesine dayanıyor. Demokrasiyi savunmak için, yoksulların zenginlere karşı koyma gücüne sahip çıkmalıyız.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: Jacobin