AKP’yi yenmenin sadece seçimde yenmek anlamına gelmediğini, ülkenin her biri devrim niteliğinde dönüşümleri zorunlu kılan sorunlarının çözümü için toplumsal bir muhalefetin ne kadar hayati olduğunu ortaya koymak gerekiyor. Bunun için de radikal adımlar atmanın şart olduğu ısrarla vurgulanmalı

Demokrasiyi yeniden inşa etmek
SOL Parti, tarikatlara karşı pek çok ilde sokağa çıkmıştı. (Fotoğraf: BirGün)

BirGün Politika Kolektifi

Halkın Acil Sorunları ve Talepleri - 3

21 yıllık AKP iktidarı, 12 Eylül Anayasası ve Başkanlık Referandumu gibi kritik süreçlerle, darbeden bu yana süren anti demokratikleşmeyi rejim değişikliği ile kalıcılaştırdı. Türkiye’de demokrasi, kamusal alandan siyasi parti yasasına, parlamentodan toplu iş sözleşmelerine, her başlıkta geriledi. Muhalefetin sunduğu Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem ise ne 40 yıllık gerilemeyi ne de bütün olarak AKP’nin yarattığı tahribatı iyileştirmeyi hedefliyor. Hayatın tüm alanında gerçekleşebilecek bir demokratik dönüşüm için ise hem seçim hem geçiş sürecinde toplumsal muhalefete büyük görevler düşüyor.

***

SOL Parti Başkanlar Kurulu Üyesi Önder İŞLEYEN: Her alanda devrimci bir dönüşüm​

Bugünkü sistemde milyonlarca insanın eğilimleri parlamentoya yansıyamıyor o yüzden de siyaset verili statüko arasında dönmeye devam ediyor.

Altılı Masa’nın önerdiği parlamenter sisteme dönüş programını demokratikleşme açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tek adam rejimine son vermek bugün tüm muhalefet için önceliklidir. Bugün gençleriyle, kadınlarıyla, işçileriyle, emekçileriyle, emeklileriyle tüm ezilen halkın çıkarı bu dinci faşist rejimin kaybettirilmesinde.

Ancak parlamenter sisteme dönüş tek başına demokratikleşme anlamına gelmez. Türkiye’nin emperyalizme bağımlı gelişimi içinde devlet içinde CIA kontrolündeki kontr-gerilla tipi örgütlenmelerin yer aldığı faşist bir nitelikte gelişmiştir. 12 Eylül’ün yasal ve anayasal düzenlemeleriyle pekiştirilen bu yapı, bugün de cihatçı çetelerden mafyalara uzanan yeni biçimlerde devam ediyor. AKP gibi emperyalizm destekli gerici bir partinin tüm kurumlarıyla birlikte Cumhuriyet’i teslim alabilmiş olması da bu zaafların bir sonucu olmuştur.

Demokratik bir dönüşüm 12 Eylül’ün ve AKP’nin siyasal İslamcı dönüşümünün tüm izlerinin silineceği eşitlikçi ve özgürlükçü bir anayasanın yapılmasını zorunlu kılıyor. Tarikat-cemaat ağlarının devletten kazınmasından, devlet içindeki tüm mafya-çete yapılarına son verilmesine uzanacak toplumsal bir mücadele olmaksızın bugünün çok ilerisine gitmek mümkün olmayacaktır. Temsili demokrasinin halkın siyasete katılım ve örgütlenme kanallarını kapayan özellikleriyle birlikte düşünüldüğünde de parlamenter sistemin tek başına demokrasi anlamına gelmediği ortadadır. O yüzden halkın kendi hak mücadeleleri içinde örgütlü bir güce dönüştüğü ve kaderi hakkında söz ve karar sahibi olacağı bir demokrasi mücadelesini yürütmek bizim görevimiz.

demokrasiyi-yeniden-insa-etmek-1110274-1.

Baraj, siyasi partiler yasası gibi konulardaki önerileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

12 Eylül faşizminin, solun siyasetteki etkinliği kırmak üzere gündeme getirdiği bir uygulamaydı baraj. Bugüne kadar kimse baraja dokunmadı, şimdi ise MHP’nin boyuna göre yeniden ayarlandı. Muhalefetin önerdiği yüzde 3 önerisi de farklı bir siyaset anlamına gelmiyor. Toplumun her kesiminin temsiline olanak tanıyacak bir demokratikleşmeye ihtiyaç var. Bu da barajın sıfırlanmasını ve seçimlere katılımın kolaylaştırılmasını zorunlu kılar. Bugünkü sistemde milyonlarca insanın eğilimleri parlamentoya yansıyamıyor o yüzden de siyaset verili statüko arasında dönmeye devam ediyor. Bunun ortadan kaldırılması bizim için öncelikli mücadele konularından birisi olacak.

Siyasi partiler yasası da benzer şekilde 12 Eylül’ün bir ürünü ve Parti başkanlarına aşırı yetkiler vererek siyaseti 3-5 parti başkanının iki dudağı arasına sıkıştırıyor. Kimin delege olacağından kimin vekil olacağına ve partilerin hangi konuda ne karar alacağına kadar her şeye tek kişi karar veriyor. Muhalefet de tek adama rejimine gerçekten karşı çıkıyorsa kendi partilerindeki bu lider sultasına da son vermek üzere siyasi partiler rejimini eşitlikçi ve demokratik bir anlayışla düzenlemeyi önüne koymalıdır. Bizim bu konudaki önerimiz başkanlığı reddederek kurduğumuz kadınların ön planda olduğu kolektif bir sözcülüğe dayanan demokratik anlayışımızdır.

Bu iki başlık dahil AKP’yi yenmenin sadece seçimde yenmek anlamına gelmediğini, ülkenin her biri devrim niteliğinde dönüşümleri zorunlu kılan sorunlarının çözümü için toplumsal bir muhalefetin ne kadar hayati olduğunu ortaya koymaya yetiyor.

***

Akademisyen Galip YALMAN: Rejim tartışmasına sıkıştırılamaz​

2010 Anayasa Referandumu öncesindeki ‘yetmez ama evet’ diye bilinen söylemin talihsiz önermeleri bugün de tekrarlamakta​.

Parlamenter sisteme geçiş sürecinde demokratikleşme adımları sizce ne olmalı?

17 Nisan 2017 sabahından itibaren bir şey düşünüyor ve söylüyorum, bu bugün de geçerli: toplumsal ve siyasal muhalefetin asgari müşterekler çerçevesinde paylaşacağı yeni bir Anayasa projesinin ortaya konulması şart. Demokratik hak ve özgürlüklerin farklı toplumsal kesimler için yeniden tanımlandığı, hak temelli mücadelelerin verilebileceği bir ortama geçiş için bir Anayasa çerçevesi önerisi. Kürt siyasal hareketinin de bir paydaş olarak mücadelesini demokratik bir çerçevede verebileceği bir Anayasal tasavvur.

Nedenlerini kısaca özetlemeye çalışayım.

12 Eylül’den miras, emek-sermaye ilişkilerinin emek aleyhine belli kısıtlara oturtulduğu bir otoriter devlet biçimi, askeri rejim koşullarında, yüzde 92 oy alarak kabul edilen 1982 Anayasası ile meşrulaştırılmıştı. 2000’li yılların başlarında gerçekleştirilen önemli bazı Anayasa değişikliklerine karşın, hala otoriter bir devlet biçimi içinde yaşıyoruz. Bu sürecin tanımlayıcı bir özelliği sınıf temelli siyasetin gündemden düşmesi ve kimlik temelli siyasetler üzerinden demokratikleşme tartışmalarının yaşanmasıydı.

Türkiye’deki Anayasa tartışmalarında 1990’lardan bu yana mesele bir rejim tartışması olarak yürütülüyor. Başka bir ifadeyle, Türkiye’deki siyasal yaşamın toplumsal yaşamla ilgisi kurulmadan tartışmalar yürütülüyor. Bu nedenle belli Anayasa değişiklikleri ile bir şekilde meselenin çözülebileceği düşünülüyor. Rejim meselesi tabii ki önemli. Cumhuriyet tarihi boyunca birden fazla rejim değişikliğinin yaşandığı da bir gerçeklik. Ancak rejim sorunu ile sınırlı kaldığı sürece, tartışma eksik kalıyor, meselenin özüne inilemiyor. 1982 Anayasası'nın bizi hapsettiği tartışma çerçevesi bu sorunsala bağlandığı sürece, çözümsüzlükleri de beraberinde getiriyor.

12 Eylül 2010 Referandumu’na kadar, bu çabalar, rejimin “normalleşmesi”, “vesayet rejiminin sona erdirilmesi” vb. söylemler eşliğinde sürdürüldüğü için, devletin otoriter biçiminin sorgulanması tartışma gündeminin dışında kaldı ya da bilinçli olarak dışında bırakıldı. Bir başka deyişle, demokratikleşme sorununa, toplumsal güç ilişkilerinin belirlediği parametrelere dokunmaksızın, çözüm arandı. Toplumsal bütünlüğün yeniden üretilmesinde, yeniden oluşturulmasında toplumdaki egemen sınıflar bütünlüğü, bir başka deyimle, iktidar blokunun yapısı ve değişimi tartışmanın odağında değildi.

2010 referandumu sonucunda, vesayet rejiminin kurumlarına son veriyoruz sloganı ile yargı bağımsızlığı da zedelendi. Böylece, 1982 Anayasası’nın zaten güçlendirdiği yürütmenin, yasama ve yargı ile ilişkileri, bu düzenlemelerle iyice dengesiz bir hal aldı. Pratikte önemini büyük ölçüde yitirmiş olsa da güçler ayrılığının, yürütmeyi engellediği şeklinde bir söylem iktidar partisi tarafından giderek daha fazla seslendirilmeye başlandığı bir süreçte, Kasım 2015’teki milletvekili seçimlerden sonra rejim tartışması, rejimin otoriterleşmesi sorunsalı çerçevesinde gelişti. Rejimin otoriterleşmesi denilen, “prosedürel demokrasi” olarak nitelenebilecek siyasal rejimin, prosedürlerinin kademeli olarak budanmasından duyulan rahatsızlığın bir ifadesiydi. Ne var ki, o tartışma ve katkılar, rejim sorunsalı içinde sıkışıp kaldıkları için demokratik bir devlet biçimini gündeme getirebilecek açılımların tartışılmasına olanak tanıyacak bir içeriğe sahip değildi. Üstüne otoriter devlet biçimi çerçevesinde 2107-2108’de bir de rejim değişikliği yaşadık, bugüne kadar hala sürmekte olan.

Şimdi şunu sorgulamak durumundayız: Seçimlerden sonra oluşacak ve yeni bir rejim vaadi ile gelecek iktidar bu açıdan bir farklılık arz etmekte midir? Ne yazık ki, Altılı Masa’nın 28 Şubat 2022’de yayınladıkları ve sonra altı partinin ortak zemini olarak vurguladıkları Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem başlıklı mutabakat metni, iyimser olmayı güçleştiren ifadeler içermekte;

2010 Anayasa Referandumu öncesindeki “yetmez ama evet” diye bilinen söylemin talihsiz önermelerini tekrarlamaktadır. Özellikle 1961 Anayasa’sının ‘bürokratik vesayet düzeni’ne sebep olmakla suçlanması, CHP’nin 1957 seçimlerindeki İlk Hedefler Bildirgesi’nin çok gerisinde bir vaziyet alması anlamına gelmektedir, dolayısıyla çok kaygı vericidir.

demokrasiyi-yeniden-insa-etmek-1110275-1.

Güçlendirilmiş parlamenter sistem önerisinin ötesinde, devletin yapısal olarak daha demokratik ve katılımcı bir kuruluşu için sizce hangi dönüşümler gerekli?

Bu sorunun yanıtı şu soruyu içeriyor aslında. Kapitalizmin egemen olduğu toplumsal yapılarda, iktidar mücadelesi nasıl verilmeli? Bu soruya yanıt verebilmek için de burjuvazinin iktidarını nasıl sürdürdüğünü anlamak gereği önem kazanıyor.

Paradoksal gözükse de 1990’lı yıllardan bu yana demokratikleşme tartışmalarının ana eksenini oluşturmuş olan kimlik temelli siyasetlerin, 2008 krizi sonrasında otoriterleşme eğilimlerinin itici gücü haline gelmeye başlamasıdır. Krizin değişik coğrafyalarda belirginleştirdiği ekonomik ve toplumsal çelişkilerin günah keçisi olarak göçmen sorununun gösterilmesi ile birlikte, etnik ya da dinsel hatta ırkçı ayrıştırmaların yol açtığı tepkilerin sağ siyasetler tarafından körüklenerek devşirilmesi söz konusudur. Bu aynı zamanda, siyasal alanda bir temsil krizi olarak kendini belli etmekte, temsili demokrasinin bir yönetim biçimi olarak, kapitalist toplumlara özgü bir norm oluşturduğuna ilişkin varsayımın yeniden sorgulanmasını gündeme getirmektedir.

Geldiğimiz noktada, kimlik temelli siyasetler de gündemde kalmaya devam edeceğine göre, kimlik temelli ve sınıf temelli siyasal mücadelelerin birbirlerine alternatif olmak yerine, birlikte nasıl düşünülebileceği, nasıl eklemlenebileceği üzerinde düşünmek gerekiyor. Böyle bir tartışma, demokratikleşmeden ne anladığımızı açıklığa kavuşturacağı gibi, güvence altına alınması gereken başta laiklik olmak üzere demokratik hak ve özgürlükleri belirleyebilmek açısından da oldukça kıymetli olacaktır. Bu tabii söylemesi kolay ama başarılması oldukça güç, bir dizi mücadeleyi göze almayı gerekli kılıyor.

Sınıf temelli siyasetlerin yeniden gündeme girebilmesi için neler yapılabilir sorusu da sınıfı verili bir sabit olarak görmemeyi gerektiriyor. Toplumsal sınıfların verilen mücadeleler, yaşanan deneyimlerle oluşan, dolayısıyla sürekli devinim geçiren olgular olduğunu akılda tutmak, siyasal öznelerin oluşum süreçlerinde hareketlerin ve örgütlerin rolünü saptamak açısından bir başlangıç noktası olabilir.

Toplumsal kesimlerin doğrudan doğruya siyasal yaşama müdahale pratiklerinin nasıl olabileceğini kavrayabilmek, önünü açabilmek için toplumsal güç ilişkileri ile rejim değişikliklerini birlikte tartışmalıyız. O da devlet biçimi kavramı ile siyasi rejimi birlikte düşünmeyi gerekli kılıyor. Devlet biçimi ile rejim ilişkisini birlikte düşünmek gereklidir, çünkü devlet analizinin olmazsa olmazı, toplumsal sınıflar arası güç dengesini ve bunun içerdiği özgül stratejik tercihleri anlayabilmektir. Devlet biçimi kavramının önemi, toplumsal yaşamla siyaset arasındaki bağlantını kurulmasını sağlayan kilit bir kavram olmasıdır. Toplumsal güç dengeleri değişecek ki otoriter bir devlet biçiminden demokratik bir devlet biçimine geçilebilsin.

Bu bağlamda, devletin ekonomideki rolünü ve ağırlığını da yeniden tanımlayacak, kamucu politikaların gündeme getirilmesine olanak sağlayacak bir devlet biçimi değişikliği, daha demokratik bir yapıyı perçinleyebilir. Buna paralel olarak, alternatif bir ekonomik krizden çıkış programının, emek dünyası üzerindeki baskıları hafifletecek, yumuşak bir geçişi sağlayacak bir programın ana hatları ile belirlenmemesi için bir neden olmasa gerek.

Özetle, ileriye dönük baktığımızda demokrasinin sadece bir rejim sorunsalı ile sınırlandırılmadan yeniden masaya yatırılması gerektiği ortaya çıkıyor.

***

Hukukçu İlhan CİHANER: Geçiş sürecinde radikal adımlar atılması şart​

Niteliksizleşmeyi giderecek hukuk fakültelerinden başlayan bir seferberlik gerekli. HSK ve yüksek yargıda köklü değişiklikler yapılması gerekiyor​.

Hukuk sistemi nasıl dönüştü? Tek adam rejiminde yargının dönüşümünün kırılma noktaları sizce nelerdir?

İçinde bulunduğumuz çöküş ve çürüme durumunun en net görüldüğü alan hukuk ve yargı alanıdır diyebiliriz. Her gün her an deneyimlediğimiz bir yargı skandalları ve hukuksuzluklar denizindeyiz adeta. Hukuk sistemimizi bütüncül bir değerlendirmeye tabi tutacak bağımsız bir mekanizmamız maalesef yok. Ama dünyadaki tüm ülkeleri “hukukun üstünlüğü, devlet yetkililerin üzerinde kısıtlamalar, yolsuzlukla mücadele, şeffaflık, temel haklar, can ve mal güvenliği, hukuki ve idari düzenlemelerin uygulanması ve vatandaşların adalete erişebilirliği” başlıklarında değerlendirerek “Hukukun Üstünlüğü Endeksi” açıklayan Dünya Adalet Projesine göre ülkemiz 140 ülke arasında 116, kendi klasmanında ise en son sırada. Aslında şimdi yedincisi beklenen ardı arkası kesilmeyen ve çözüm yerine sorunları arttıran yargı paketlerine bakarak da görebiliriz bu çöküşü.

Bu tablo her ne kadar “Tek Adam Rejimi” ile özdeşleştirilse de AKP döneminin ilk yıllarına götürmek gerek değişimi. Kuşkusuz sorunlu bir yargımız geçmişte de vardı. Ancak AKP iktidarı, devraldığı sorunları “tarafsız, bağımsız ve etkin” bir yargıdan yana çözmek yerine “ele geçirip araçsallaştırmadan yana” bir pratik izledi. İlk yıllarında “yargı vesayeti ile mücadele” adı altında toplumu “değişime” hazırladı. Bu süreçte AB’ye uyum adı altında nerede ise tüm temel yasalar değiştirildi. Ceza kanunları kumpas davalarına uyumlu olacak şekilde (gizli tanıklık, telefon dinleme, özel yetkili mahkemeler, vs.) kodifiye edilirken neoliberal anlayış temel yasalara yerleştirildi. Özellikle idari yargının kamucu tutumunu “ayak bağı” olarak propaganda etti. Liberallerden de aldığı destekle göreceli özerklik alanlarını ve bağımsız davranma kültürünü kriminalize etti. Sahte bir özgürlükçülük ve demokratikleşme propagandası ile kendi yarattığı krizleri bile yargıyı ele geçirmek için kullandı. İlk kırılma noktası bu propagandalar üzerine inşa edilen ve Fetullahçı kadroların yürüttüğü “kumpas davaları” oldu. Bu davalar hukukilik algısını ortadan kaldırdı “terör suçu” kavramını alabildiğine muğlaklaştırdı “Düşman Ceza Hukuku” pratiğini yargılama kültürü haline getirdi.

demokrasiyi-yeniden-insa-etmek-1110276-1.

Nihayet 2010 yılında önce tıkayıp sonra çalışmıyor dediği HSYK’yi ve AB uyumunu bahane ederek Anayasa değişikliği için referanduma gitti. Sanırım en önemli kırılma noktası budur. Yapılan seçimlerde birlikte hareket ettiği HSYK’yi Fetullahçı yapılanmaya teslim etti. Önce Yüksek yargı sonra ilk derece mahkemeleri üzerinde adeta terör estirilerek vahşi bir kadrolaşmaya gidildi.

Bir diğer kırılma noktası yargıya egemen hale getirilen Fetullahçılarla AKP’nin kavgasının başladığı süreç: MİT Müsteşarı, 17/25 Aralık ve MİT Tırları soruşturmaları. Bu soruşturmalar sonrası bu kez Fetullahçıların tasfiye edilmesi iddiasıyla/amacıyla başlatılan süreç yaşandı. Son önemli kırılma noktası ise 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL oldu. Bu süreçte Fetullahçılardan boşalan yerler bu kez ağırlıklı olarak başka cemaat ve tarikat mensuplarıyla dolduruldu. Yargı pratiği İslamileşti. OHAL hukuku kalıcılaştırıldı. Tüm yargı paketlerine, mevzuattaki değişikliklere, vahşi kadrolaşmaya ve hakim savcı sayısının 2-3 kat artmasına rağmen artık bir hukuk devletinden hatta yargıdan söz etmek mümkün görülmüyor. Adalet için sizce neler yapılabilir? Öncelikle bu koşullarda başta barolar olmak üzere tüm yurttaşların yürüteceği daha agresif bir hukuk devleti ve bağımsız/tarafsız yargı mücadelesine ihtiyaç var. Geniş kesimlere hakim olan “bu koşullarda bir şey yapılamaz” tutumunu da sorunlu buluyorum. Bu mücadele en azından hukuka güven fikrini canlı tutup hukuksuzlukları deşifre etmek için sürdürülmeli.

Ama asıl önemlisi iktidar değişimi sonrası yapılacaklar. Bütünlüklü bir geçiş dönemi planlaması ve hukuku şart. Yargının geleneksel ve hemen her ülkede görünen sorunları ile özgün sorunlarımız ve AKP/MHP döneminin yarattığı sorunlar birbirinden ayrı ele alınmalı. Bir mevzuat ayıklamasına ve köklü mevzuat değişikliklerine ihtiyaç olacak. Ayrıca vahşi kadrolaşmayı gözden geçirecek radikal adımlar şart. Niteliksizleşmeyi giderecek hukuk fakültelerinden başlayan bir seferberlik gerekli. HSK ve yüksek yargıda köklü değişiklikler (mevcut kadroların gözden geçirilmesi dahil) mutlaka ve acilen yapılmalı. İstinaf ve arabuluculuk gibi amaca hizmet etmeyen uygulamalar elden geçirilmeli. Cumhuriyet savcılığı üzerindeki fiili, hukuki ve idari vesayet mutlaka ortadan kaldırılmalı. Unutulmamalı ki iktidar değiştiğinde “sıfır noktasında” olunmayacak. Geçmiş sorunlar belki de daha yakıcı bir şekilde gündemde olacak. Ancak yargıyı ele geçirilecek, fethedilecek ve araçsallaştırılacak bir enstrüman olarak görmeyen güçlü bir siyasi irade tüm bu sorunları süratle çözer.

Barolar ‘çoklu baro’ politikasına karşı Ankara’ya yürümüştü. (Fotoğraf: ANKA)Barolar ‘çoklu baro’ politikasına karşı Ankara’ya yürümüştü. (Fotoğraf: ANKA)

***

Yazar, Hayvan Özgürlüğü Aktivisti Zülal KALKANDELEN: Laikliği sadece sosyalistler savunuyor​

AKP’nin karşısına Altılı Masa konuldu. Masada din üzerinden siyaset yapan sağcı partileri rahatsız etmemek adına laikliğin adı anılmaz hale geldi​.

İktidarın tarikat ve cemaatlerle ilişkisinin yarattığı tahribat hangi boyutlarda?

AKP iktidarının tarikatlar ve cemaatlerle kurduğu ilişki, son 21 yılda Türkiye’yi birçok açıdan yıkıma uğrattı. Laiklik, anayasaya girdiği 5 Şubat 1937’den beri hedefte ama AKP döneminde ardı ardına yapılan planlı saldırılar yüzünden bugün adı sadece yazılı metinlerde kaldı.

Çünkü Anayasa Mahkemesi tarafından laiklik karşıtı odak olduğu tespit edilen AKP’nin başından beri ajandasında laikliği ortadan kaldırmak var. Türkiye Cumhuriyeti, anayasanın değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek 2. maddesinde yazmasına karşın, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olmaktan çıkarıldı. AKP, laik cumhuriyetin temelini dinamitledi. Laiklik, bugün yaşamın her alanında topyekûn bir saldırı altında, karşı devrim açıkça atakta!

AKP, laik cumhuriyeti siyasal İslamcı görüş doğrultusunda dönüştürme hedefiyle yola çıktı ve bunu da Diyanet üzerinden yapıyor. Günümüzde egemen olan neoliberal, piyasacı yaklaşımlarla dinci gericilik de birbirini bütünlüyor.

Ülkenin üzerine çöken siyasal İslam yüzünden, çoğulcu hayat engellendi. Herkesin inancına, kanaatine, yaşam tarzına saygı gösterildiğini iddia etseler de tam tersi oldu. Laik cumhuriyeti hedefleyen tarikat ile cemaat vakıfları pıtrak gibi çoğalırken Vakıflar Genel Müdürlüğü izlemekle yetindi. AKP’li belediyeler bu dinci yapılara para yağdırdı.

AKP’nin tarikatlar ve cemaatlerle kurduğu ilişki, en çok eğitim alanında yıkıcı oldu. Bu gerici yapılar, açtıkları kurs ve okullarla eğitim alanını parselledi. Gericilik öylesine şahlandı ki eğitim alanındaki dincileşmeye karşı çıkmak için Aleviler laik eğitim talebiyle sokaklarda eylem yapmaya başladı. 4+4+4 eğitim sistemi hayata geçirildi, Kuran kurslarına gitmek için 15 yaş ve yaz aylarında 12 yaş sınırı şartı kaldırıldı, kursları denetleme görevi MEB’den alınarak Diyanet İşleri Başkanlığı’na verildi. Diyanet Akademisi ile medrese sistemi hortlatıldı.

AKP, tarikat ve cemaatlerin baskısı ile kendi imzaladığı İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’yi tek taraflı olarak çıkardı. Onu da unutmamak gerek.

demokrasiyi-yeniden-insa-etmek-1110277-1.

Muhalefetin laiklik savunusu konusundaki pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Muhalefet, AKP’nin karşısına alternatif olarak sağ siyasetin ağırlığını koyduğu Altılı Masa’yı koydu. Bunun sonucunda CHP, merkez soldaki konumundan ‘Ortanın Sağı’na geçti; masadaki din üzerinden siyaset yapan sağcı partileri rahatsız etmemek adına laikliğin adını anmaz oldu. Hatta onunla da kalmadı; din ile ilgili konularda belirgin bir söylem değişikliğine gitti. “Kul hakkı” ve “helalleşme” söylemleri ile dinci sağa açıldı. Son olarak, 12 Eylül ürünü türbanı ve onunla birlikte çarşafı, peçeyi kamuda yasal kılıf sağlayabilecek bir yasa teklifi verdi.

Diyanet Akademisi’ne muhalefet partilerinin milletvekilleri karşı çıkmadıkları gibi, aralarından kabul oyu verenler oldu. Yargıtay’ın dualı açılışına katıldılar, Ankara Adliyesi’nde Kuran kursu açıldığında, devlet yönetiminde dini referanslar verildiğinde sustular. İsmailağa Cemaati’nin kadın düşmanı şeyhi öldüğünde, Davutoğlu, Babacan, Karamollaoğlu ve Uysal, “kanaat önderimiz” diyerek mesajlar yayınladılar. Bunların hepsinin ardında, tarikatlar ve cemaatlerle kol kola yürütülen siyaset yatıyor.

Gerçek şu ki, bugün laikliği savunma hattında sosyalist partiler mücadele ediyor; diğerleri laikliği çok kolay bir şekilde harcadı.

6’lı Masa dün 10’uncu kez toplandı. (Fotoğraf: Depo Photos)6’lı Masa dün 10’uncu kez toplandı. (Fotoğraf: Depo Photos)

***

Yazar Hakkı ÖZDAL: Kültürel çatışma nosyonu terk edilmeli​

Bugün yaşadığımız kapitalist zorbalık, son 40 yılın ‘neo-İslamcı-neo-faşist’ iktidarın uyguladığı, devamlılık içeren programların sonucudur​.

Türkiye'de zenginliğin bölüşümündeki güncel ve tarihsel yönelimin bugün toplumda yarattığı yıkımda hangi tercihler sizce önemli rol oynadı?

Türkiye, öncesi bir yana, kabaca 40 yıllık bir sürecin ekonomik ve politik tercihlerinin, dayatmalarının yıkımını yaşıyor. Başka pek çok konuda olduğu gibi bölüşüm ilişkilerinde de bu 40 küsur yıllık kapitalist yönelim, daha doğru ifadeyle saldırganlık belirleyici olmuştur. Bu açıdan miladı 12 Eylül 1980 gününe koymak gerekir.

Türkiye kapitalizminin 70’lerin sonunda içine girdiği çok katmanlı krizin zor yoluyla, tankla, tüfekle, işkence ve idamlarla aşılmasına yönelik bir proje olan 12 Eylül, yalnızca karşı güçlerin imhası ve ezilmesi değil, pek çok açıdan yeni bir düzen inşası için de rol üstlenmişti. Bu ‘yeni düzen’, Türkiye’ye özgü olmayan ama Türkiye’deki uygulama açısından pek çok özgüllükler içeren neoliberal kapitalist düzendir. 1980’e gelindiğinde büyük bir direnç potansiyeline sahip olan işçi sınıfı başta olmak üzere, halk ve gençlik muhalefetinin ezilmesi, neoliberal inşa için elzemdi.

HEDEFLEDİ VE BAŞARDI

İşçi sınıfının politik kazanımlar da elde etmeye varan mücadelesi, başta ücretler olmak üzere, toplumun geniş kesimlerinin refahtan aldığı pay konusunda ülke tarihinin görece iyi koşullarını üretmişti. Neoliberal birikim projesinin, asker ve sivil bürokrasiyi ölçüsüzce işçi sınıfının, halkın ve solun karşısına çıkaran harekâtı, öncelikle bu koşulları alt üst etmeyi hedefledi ve başardı.

24 Ocak kararlarının mimarlarından Özal’ın, hem cunta hükümetinin ekonomiden sorumlu bürokratı hem de ardından gelen ‘sivil’ ANAP iktidarının başı olması tesadüf değildir. 1980’den itibaren emeğin/ücretlerin toplam gelirden aldığı pay sert şekilde düştü ve ancak 80’li yılların sonunda ortaya çıkan militan işçi hareketiyle bu süreç kısmen durdurulabildi.

Ardından 2000’li yıllarda, kendisinin de söylemekten büyük haz duyduğu şekilde ‘Özal geleneğinin bir devamı’ olan Erdoğan yönetimi altında da emeğin gerek ekonomik gerekse politik kazanımları yağmalandı.

Bu tabloya, 80’lerden itibaren teşebbüs edilen ama asıl ganimeti toplama işi AKP-Erdoğan iktidarına nasip olan özelleştirme adı altındaki tasfiyeleri, sağlık ve eğitim alanının piyasaya terk edilmesi gibi gelişmeleri de eklemek gerek. Kırın ve tarımın da kent lehine çözüldüğü bu süreçte, kırsal nüfus çeşitli kentlere ucuz emek ve yedek işgücü ordusu olarak akmış; 12 Eylül’ün uygulamalarıyla daralan politik alanda bu kalabalıklar dinci ve faşist siyasal akımların doğal rezerv alanı haline gelmiştir.

demokrasiyi-yeniden-insa-etmek-1110278-1.

PROGRAMIN SONUCU

‘Anadolu sermayesi’ gibi isimlerle anılan ve bu 40 yılın ikinci yarısını kaplayan AKP iktidarıyla organik şekilde bağlı bulunan burjuva fraksiyon da dinsel ağların ve taşra ilişkilerinin tütsü etkisinden yararlanarak, çok düşük ücretler, enformel çalışma gibi yollarla hem sermaye birikimini artırmış hem de ülkedeki gelir eşitsizliğini artırmıştır.

Bugün yaşadığımız ve bence yanlış bir adlandırmayla “derin yoksulluk” denilen kapitalist zorbalık, son 40 yılın ve özellikle onun ikinci yarısındaki ‘neo-İslamcı-neo-faşist’ iktidarın uyguladığı, birbiriyle uyumlu ve devamlılık içeren programların sonucudur.

Daha adil, toplumcu bir bölüşümün sağlanabilmesi için talep edilmesi gereken öncelikli politikalar sizce nelerdir?

Bugün Türkiye’nin neredeyse dörtte üçü ücretli emek statüsünde. Bu büyük yığının yarıdan çok fazlası da asgari ücret ile çalışıyor. İşçi sınıfı başta olmak üzere, emeğin tüm kesimlerinin katıldığı bir mücadele olmaksızın bölüşüm ilişkilerinde bir değişim ve düzelme beklemek olanaklı değil diye düşünüyorum. Bu kapsamda bir mücadele için, önümüzdeki çarpık bölüşüm tablosuna yol açan sürecin doğrudan bir zemini olan “kültürel çatışma” nosyonunu tamamıyla terk eden bir sosyalist yönelime ihtiyacımız var.