Bu terim birkaç yıl önce AKP yönetimi bağlamında aklıma gelmişti: Türkiye’de bugün usulen çok parti var, ama Erdoğan AKP’si bunu uluslararası propaganda ve savunma aracı olarak kullanıp Osmanlı sosuna batırılmış (böylece komşuların tepkisine yol açan) mezhepçi kapitalist bir dikta yönetimi kurma yönünde savaşıyor. Şeklen demokratik, fiilen dikta. “İnsan haklarına dayalı laik demokratik sosyal hukuk devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti” tanımı ile taban tabana zıt, her kavramına karşı bir savaş açmış durumda.
Seçimli diktatörlük de denebilir ama öylesi resmen tek parti rejimi için daha uygun kanımca.
“Demokratik faşizm” derken, faşizmin demokrat ya da demokratik olduğunu değil, demokrasi benzeri bir ortamda faşizm olduğunu söylemiş oluruz.
Immanuel Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm adlı eserinde bu terimi kullanıyor.
Tarihsel sıfatı belirsizlik taşıyor, Türkçe’de.
Yaşandığı ya da tarihdeki haliyle, soyut bir model olarak değil, tarihdeki kapitalizm.
Gelecekle ilgili ihtimaller üzerinde dururken “demokratik faşizm” dediği ihtimale değiniyor:
Varlıklı azınlığın dünya egemenliği. Belirli partiler yine olur filan, ama genel işleyişi fazla etkileyememeleri için gereken mekanizma kurulmuştur ve yenilenerek sürdürülür.
Bu çemberi yarmak için gerekenlerden biri Marx ile Engels yoldaşların titizlikle yaptığı bir şey:
Çeşitli alanlardaki bilimsel gelişmeleri eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünya yönünde izleyip, katkıda bulunup kazanımlarımız haline getirebilmek.